Sabah 8’te Evergreen’in Müslim bakkalı İzakhir’in 28 euroya ayarladığı otomobil ile yola çıkıyorum. Şoför Raji, genç bir eleman, bir iki kelime İngilizce biliyor. Yolun yarısı otoban, yolculuk bayağı eğlenceli. Sanırım bu satırları okuyanların büyük çoğunluğu daha ilk kilometrelerde bu geziden vazgeçer, oteline dönerdi. Trafikte tek kural var “korna çal” o kadar. Araçlarda sol dikiz aynaları yok. Olanların da çoğu kapatıyor. Trafik İngiliz usulü olduğundan bizdeki sağ ayna gibi düşünün. Yolda şerit mantığı yok, istediğin yerden gidiyorsun. Bir kaç kere bayağı sakat durumlar oldu ama sağ salim gittik, geldik. Tek kaza şehir içinde oldu. Biz hızlı durunca, arkamızdan gelen de durdu ama onun arkasındaki duramadı. Velhasıl, az kalsın Raji’ye “versene, biraz kullanayım” diyecektim. Benim hoşuma gitti. Kamyon konvoyunu sollarken karşıdan otobüsler burun buruna gelirken bile sakindim, ama aynı durum Türkiye’de olsa elim ayağım kesilir, o da ayrı…
Ajmer
Otobandan çıkınca Riico isimli, mermer merkezi bir şehirden geçiyoruz ve iki saat sonra Ajmer’e varıyoruz. Burada Dergah-ı Şerif, Hindistan Müslümanlarının Hac öncesi muhakkak uğradıkları bir yer, bir nevi Hac gibi de ziyaret ediliyor. Dergahdaki türbeye gül yaprakları dökülüyor, bu nedenle yol boyunca tepsilerde gül yaprakları satılıyor. Girişte müzisyenler Mevlana’dan da olmak üzere ilahiler çalıyorlar. Girişte iki büyük kazan var. İnsanlar içine para ve mücevher atıyor, sonra bunlarda yapılan pilav ve irmik tatlısı Ramazan ve Kurban bayramlarında “gariblere” dağıtılıyor.
Şehre girişte otomobili bir otoparka bırakıyoruz ve yürüyerek dergaha devam ediyoruz. Şehir, tam bir ortaçağ manzarası. Ne bileyim 12. yy’da Konya nasıl diye sorsalar, herhalde böyledir derim. Bu arada insanlar bize “giriş yasak” diyor. Ben de TC kimlik kartını göstereyim kapılar açılır diye düşünüyorum. Kapıda beyaz uzun entarili sonradan adının Seyyid olduğunu öğreneceğim biri karşılıyor. Seyyid’e kimlikteki ay-yıldızı ve İslam yazısını gösteriyorum. Bu arada bir kaç kişi “İsrailli” diyor. Yani cehalet had safhada.
Dergah-ı Şerif
Neyse Seyyid, uyanık beni alıyor ama çanta ve fotoğraf makinesi yasak, onları Raji’ye bırakıyorum. İçeride baş örtme mecburi, 5 rupiye bir takke alıyorum, işlemeli. Kapıya geliyoruz. Kapıda Dergah’ın lideri oturmuş gelenleri kabul ediyor ve bir yardım yapılıyor. Bakıyorum listede yabancı isimler var, demek ki her milletten insan girebiliyor. 200 rupi veriyorum. Şeyh, Türk olduğumu öğrenince İstanbul’a Ankara’ya özellikle de Konya’ya Mevlana’ya gittiğini söylüyor. Sonra, Seyyid sırada bekleyen kalabalığı açarak beni içeri sokuyor. Türbeye erkek ve kadınlar karışık, tıkış tıkış, giriyorlar. Şeyh ve Seyyid girmeden önce “aman parana, ceplerine dikkat et” diye sıkı sıkı uyarıyorlar.
İçeride sandukalar bölgesinde bir eleman, sandukanın örtüsünü başıma ve iki gözüme dokunduruyor. Ben getirmediğim için aranıyorlar ve sandukadan bir kaç gül yaprağı alıp bana “ye!” diyorlar. Ben bir tanesini lütfen ağzıma atıyorum, öbürlerini de sandukaya. Bu arada Seyyid boynuma sarı-kırmızı bir ip bağlıyor. Sonra elemanlar “hadi, bahşiş” diyorlar ve miktarı da sert bir şekilde 1000Rs. (30TL) olarak belirtiyorlar. Ben zar zor bir 450 rupi çıkarıyorum. Ve türbeden milleti yararak çıkıyoruz.
Avludayız, bu arada birisi benim Dergah’a bıraktığım parayı ya da bir kısmını içerden getirip Seyyid’de veriyor. Bu arada müzisyenler de mola vermişler, hemen gelip bahşiş istiyorlar, “vallahi, para kalmadı” diyorum. Seyyid “senin paradan vereyim mi?” diye soruyor, “ver” deyince, iki tane onluk çıkarıp elime tutuşturuyor, bende müzisyenlere…
Çıkarken camiyi gezeceğim diyorum, ona bizim camilerde Allah ve Muhammed’den ayrıca Ebubekir, Osman, Ömer ve Ali’de yazar deyince, “Ali, good good, ben Hz. Ali soyundanım, Seyyidim” diyor…
Pushkar
Dergah’tan çıkıyorum, ve etrafımı dilenci kızlar, kucaklarında bir bebek, sarıyorlar. Kurtulmak ne mümkün, birini kovuyorum, öbürü geliyor, acayip yapışkanlar.. Ben de baktım olmuyor, Raji’ye “hadi hemen çıkalım buradan Pushkar’a gidelim” diyorum..
Pushkar, Ajmer’den 20 kilometre ötede. Bu sefer Hindu’ların en kutsal mekanlarından birine gidiyoruz. Tek Brahma tapınağı bulunan yer. Mitolojik bir öyküsü var ama anlatacak vaktim yok… Özet olarak, Brahma bir lotus bırakmiş, o da göle dönüşmüş. Şimdi hindular geliyorlar, “Ghat” denilen merdivenlerden nehre inip yıkanıyorlar. Bu ufak şehirde, gölün etrafında 500 tane tapınak varmış.
Pushkar’a varır varmaz bazı elemanlar bizi karşılıyor ve elimize “kutsal” çiçekleri tutuşturuyorlar. Ben anlamamazlığa geliyorum. Raji “bu, Müslüman” diyor ama elemanların biri bizi alıp Ghat’a yani merdivenlere götürüyor. Ben ne olduğunu daha anlamaya çalışırken bir amcam geliyor, ben rahibim diyor. elinde bir tabak içinde pirinç ve boyalar vs. başlıyor dualara. Sonra soruyor, baban, annen, erkek kardeşin, kız kardeşin, evli misin, o zaman kız arkadaşın vs.. O bir şey diyor ben tekrar ediyorum.. kirişna mirişna falan gibi şeyler, alnıma kırmızı boya, üzerine pirinç taneleri.. (bunları şoför de yaptırdı). Alındaki boyayı şoför silmedi ama ben bir fotoğrafımı çekmeden hemen sildiğimden daha sonra bayağı pişman oldum ama Hindistan büyük, Ghat’lar her yerde. Bir de gölün “kutsal” sularıyla ellerim sürekli haşır neşir… Ayrıca bakalım bundan ne çıkacak diye de merak halindeyim.
Dua bitince sen şimdi hem baban, hem anan diye başlayıp toplam beş kişi için dua ettin, bize bir bağış yapacaksın diyor. İnsanlar genelde adam başı 10 euro veriyor diye de belirtiyor. Ben “uy anamlar” deyip pazarlığa başlıyorum. Sonunda 1000Rs yani 30TL’ye düşüyorlar, ben bir 500 rupi ile olayı bitiriyorum. Karşılığında, bu sefer koluma bir sarı-kırmızı ip takılıyor. Artık bununla hiç bir tapınakta bağış ödemeyeceksin. Tapınaklar birliğine bağış yaptın diyor. İşin üç kağıdı da bu…
Tam tam kurtulduk derken yine dualar başlıyor ve sonunda, bana, seni kutsayan rahibe ne vereceksin diyor. Rahip aileleri fakir ve kalabalıkmış, 24 evet yirmi dört kişilermiş, çoluk çocuk. Ben haftanın her günü için ne bağış verecekmişim. Her gün için 10 euro ancak kurtarırmış. Ben “yok artık” deyince, ortam sertleşiyor. Amcam “biz rahipler ciddi insanlarız falan” derken, ben de “biz Türküz fakir milletiz, Avrupalılar gibi değiliz, bizde euro yok lira var” diyorum ve bir 50 rupi daha atıyorum tabağa, yine tatlıya bağlıyoruz, olay bitiyor…
Boynumda Dergah’ın, bileğimde Brahma’nın sarı-kırmızı ipleri, alnımda kırmızı pirinç taneleri, Hindistan’ın her iki kutsal dini tarafından kutsanmış, 15’den 30 lirası keklenmiş bir halde sokağa çıkıyorum. İlk gördüğüm eczane benzeri yerden dezenfektan krem alıyorum. Üstümü başımı temizliyorum… (Devamı sonra, burası kapanıyor…)
Hostelde..
Devamı sonra, burası kapanıyor yazdım, Evergreen hostelin büyük bir kısmını yenilemişler ve Palm Otel yapmışlar, bizim eski hostelden bu yeni otelin restoranının bulunduğu terasa geçilebiliyor. Cıvıl cıvıl kuşlarla dolu hoş bir bahçeye bakıyor. Jaipur’un tüm kargaşasından sonra burası cennetten bir yer gibi. Ucuza lezzetli yemekleri var. Bir de İnternet odası var (dı)… çünkü yukarıdaki satırları yazarken birileri geldi bütün bilgisayarları aldı, gitti. Yazıyı ancak şimdi gönderebildim.
Hindistan’da her İnternete girişte isim, pasaport numarası vs. kayıt altına alınıyor. Wi-fi yasakmış. Bütün bunlar Mumbai olaylarından sonra olmuş.
Neyse dönelim o güne, Pushkar tipik bir sahil kasabası görünümünde, bir ana cadde. Burada rahatsız edici dilenciler yok, fal bakan çingene kızlar, yoga merkezleri, takıcılar, boncukcular, hippiler var, tam bir ot ortamı. Bir de Brahma tapınağı. Tapınakta çanta ve foto yasak. Pushkar’da bir saat kadar kalıyorum. Yine kelle koltukta Jaipur’a dönüyorum.
Gece yarısını biraz geçe Delhi’de tanıştığımız Elif geliyor. Treni üç saat rötar yapmış, Tac Mahal kapalı imiş, otobüse zor yetişmiş. Bindiği otobüs normal halk otobüsü imiş. Benzerlerini daha sonra gösterdi, o otobüste 10 dakika giden hayatta her şeye bağışıklık kazanır. Kızcağız tam 6 saat yolculuk yapmış.