Sabah Kovalam’a veda edip yine yollara düştük. Belediye otobüsü durağı bayağı dik bir yokuş olduğu için, Arzu aç karnına, sırt çantası ile çıkmayı göze alamadı. Biz de bir rikşaya 40 rupi ödeyip durağa vardık. Sonra gelişte 200 rupi ödediğimiz yolu bu sefer belediye otobüsü ile 18 rupiye gittik ve Trivandrum’a vasıl olduk. Buradan belediye otobüsü şoförünün 15 rupi tutar tavsiyesine uyup bir rikşa ile Varkala otobüslerinin kalktığını söylediği bir başka otobüs terminaline geçtik. Otobüs şoförü 15 tutar dedi ama rikşacı biz turistleri görünce tarifeyi hemen 20’ye yükseltti, ses çıkarmadık.
Neyse bu yeni terminalde Varkala’ya çok sık aralıklarla otobüs yokmuş, bir daha ki bilmem kaç saat sonraymış falan derken… bizi bir başka yöne giden otobüse bindirdiler. Sizi sapakta indirir dediler. 3 numaranın efendi şoförü de “tamam size haber veririm” dedi, yola devam ettik. Bilet ücreti iki kişi 52 rupi tuttu.
Kerala eyaletinde iktidarda seçimle işbaşına gelmiş komünist partinin olduğunu daha önce yazmıştım. O nedenle her yerde orak-çekiçli bayraklar, Che Guevera resimleri falan gözüküyor. Bir de mavi renginden ve yılanlarından artık tanıdığım Şiva. Hinduların temel tanrıları dışında daha bir sürü tanrıları var(mış). Bir kitap 33 bin diyordu, bir başkası 333 bin yazıyor. Arzu’nun son okuduğu bir kitapta ise sayılarının 33 milyon olduğunu yazmışlar. Aslını merak eden Vikipedi’ye baksın.
Kerala eyaleti, oldukça gelişmiş. Aslında kara yollarından geçen yüzyıldan kalma otobüs ve kamyonları çekseler, bir de rikşaları yok etseler, Türkiye’den pek farkı yok. Yol boyunca büyük reklam panoları gördük, kuzeyde pek görülmüyordu. Bu panolarda bizdeki gibi lüks konutların ilanları vardı. Ayrıca bol miktarda kilise ve cami gördük. Özellikle kiliselerden biri yeni ve oldukça büyüktü. Camilerden ikisi de büyük binalardı.
Sonuç olarak bir saat gibi bir sürede sapağa geldik ve iner inmez hemen bir rikşacı yapıştı. Efendim, otobüsler Varkala’ya kadar gidiyormuş, bizi iki kilometre aşağıda Varkala plajına bırakırmış, yok 150 istermiş falan derken fiyatı 100 rupiye kadar düştü ve otel pazarlamaya çalıştı. Ben de yanda bekleyen daha efendi birisine 100 dedim kabul etti ve onunla gittik. 12 kilometre kadar bir yol. Adam da bizi efendi bir şekilde plaja bıraktı…
Gerçi öğlen olmuştu ama kahvaltı için ilk kafeye çöktük. Yan masada biri Orhan Pamuk’un Snow (Kar) romanını okuyor. Ben o anda elimde olmadan “Hey, Orhan Pamuk” deyince, adam anladı ve karısına “Türk bunlar” dedi. Daha sonra sokak kitapcılarında İstanbul kitabını da gördük, ama orijinal baskı değiller, yani Orhan Pamuk’un İngilizcesinin korsanları Hindistan plajlarında satılıyor…
Bu arada elektrik gitti. Ama bilgisayar çalışıyor. Karanlıkta yazmaya çalışıyorum. Hindistan’da sık sık elektrikler gidiyor. Özellikle güneye geldiğimizden beri. Türkiye’den alışığız, garipsemiyorum ve o nedenle yandaki İngiliz hatun gibi “shit” demiyorum..
Neyse adamlarla başladık muhabbete, yanda hamakta 8 aylık bebeleri uyuyor. Çocuk üç ay erken doğmuş ama turp gibi, sürekli gülüyor, bize yeğen Temmuz’u hatırlattı. İki aydır burada imişler, bir ev kiralamışlar. Adam Kar romanında geçen Kars’a, Trabzon’a falan gitmiş, yani bütün Türkiye’yi dolaşmış. İstanbul, dünyanın en fantastik şehirlerinden biri dedi, ben de gururlandım.
Bu arada bir yer bulmaya giden Arzu eli boş döndü, ama en azından kestirme yolu keşfetmiş. Burası aynı Antalya falezleri gibi. Oteller, restoranlar yukarıda, plaj aşağıda. Merdivenlerle iniliyor.
Yüklendik sırt çantalarını çıktık yokuşu, Arzu bir kafede beklerken, bu sefer ben gittim. Yolda bir amca 300’e odam var deyince, hadi göster dedim. Yeni bina, evinin yanına yapmış. Tertemiz. Sıcak su yok ama musluktan su kaynar akıyor. Sadece oda biraz sıcak. Vantilatör bu sefer yetmeyecek galiba. Bir de yanda Mother’s Place diye bir yer vardı, 500 istedi. Serin ve temiz bir odaydı. Temiz derken, Türkiye’de bu temizlikte yer bulmak çoğu zaman zor. Üstelik 17 lira ama biz ucuza kaçtık. Daha sonra 500 rupiye bungalovlar gördük, biraz pişman olduk ama önemli de değil, sanırım fazla kalmayacağız.
Gördüğümüz kadarı ile buraya gelenler uzun süre kalıyorlar, güzel bir yer. Kovalam gibi güzel oteller var. Bizim odayı Fransızlar bir aylığına kiralamışlar, pazara geliyorlarmış. Düşünsenize bir ay otel masrafı en fazla 350TL ila 600TL. En baba balığı, yanında salatası ve patates kızarması ile 10 liraya yiyorsun. İstersen 5 liraya karnını paşalar gibi doyurursun. Deniz biraz dalgalı ama güzel, süper eğlenceli. Cankurtaranlar tetikte, bugün biraz açılan iki kişiyi hemen kıyıya aldılar. Neyse kalmak isterdim ama Hindistan’ı tanımaya devam…
Dikkatimi çeken bir olayda gezen İsraillilerin bolluğu, geçen sene de görmüştük. Menülerde, şu an yazdığım klavye de onların harfleri var. 6 milyon nüfusu olan İsrail’in çoluğu çocuğu buralara geliyor, kendini tanıtıyor. Bizim ise 70 milyonluk ülkenin esamesi okunmuyor. Nerelisin sorusuna Türkiye deyince tanıyan bile çıkmıyor. Kimse zenginlik falan demesin, 70 milyonda 6 milyon zengin bizde de vardır ve o 6 milyondan İsrailli gençler kadar gezecek genç çıkar. Ondan sonra birileri Türkiye’de atıyor tutuyor. Kendi çalıp kendi oynuyor. Dünyanın %90’nının varlığından bile haberi olmadığı bir ülkede yaşıyoruz, sonra da tüm dünya bize düşman diye atıp tutuyoruz. Komik ve acı bir durum. Bu arada Davos’ta Erdoğan posta koymuş falan. Burada gazetelerde falan çıkmadı. Yani bir milyar Hintlinin haberi bile yok, ya da olsa ne olacak, Türkiye diye bir ülkeyi duymamışlar ki, ama Mısır’ı, İsrail’i, İran’ı biliyorlar… Nasıl oluyorsa?..
Bu akşam bir gazete satıcısı fiyatı 3.75 rupi olduğunu bildiğimiz, üzerinde de fiyat yazan, normal günlük gazeteyi, 40 rupiye satmaya çalıştı, biz de “oha” dedik. Bu da böyle günlük bir olay..
Üzerinde İbranice harfler olan klavyeyi Türkçeye çevirip, harflerin yerlerini tahmin ederek bu yazıyı bir saatte yazdım… Bu arada İnternet 40 rupi yazdı. Bazı arkadaşlar “yazılarında hatalar falan var” diyor. Bu koşullarda bu kadar yazabiliyorum, bugün de bu kadar…