Sabah otelde sütlü kahve, iki dilim ekmek, reçel ve tereyağdan oluşan standart kahvaltımızı yaptıktan sonra bir taksi ile dolmuş durağına gidiyoruz. Arka sol iki koltuğa kuruluyoruz. Dolmuş hemen doluyor. Ücret beş dinar, hedef Gafsa.
Gafsa’ya varır varmaz, Kasserine dolmuşunu soruyoruz, bir minibüsten çağırıyorlar. İlk defa büyük bir minibüs denk geliyor. Arka sol ikiye oturuyoruz. Minibüste bizden başka bir aile var ve iki kişi daha var. Şoför bizi alınca başka yolcu beklemeden yola çıkıyor. Şanslıyız.
Kasserine’de Le (El de diyorlar) Kef dolmuşu son iki kişiyi bekliyor. Bu sefer arka solu yaşlı bir teyze tutmuş. Bize sağ taraf kalıyor. Dolmuşa binerken onlar gibi bir “selamün aleyküm” diyorum. Gavur bunu da öğrenmiş gibi bakıyorlar. O sırada bir dilenci kız geliyor. Yanda ki teyze “Müslüman olmayanlardan para isteme” diyor ve kız hemen geri çekiliyor. Nasıl anladın dersen, bazen dil bilmesen de her şey gayet net anlaşılıyor.
Le Kef’e varmadan varmadan bir köy girişinde jandarma aracı durduruyor. Bizim pasaportlar isteniyor. Telsizle bir şeyler soruluyor, belki de güvenlik için kaydediyorlar. Bu sırada şoförün yanında oturan arkadaşı, “turistlere de mi?” diye soruyor. Şoför de “evet her zaman” diyor. Bunları da gayet net anladım.
Yol boyunca kaktüs tarlaları görülüyor. Antalya taraflarında da meyvesi satılır, gidenler bilir. Bir de buralar daha yeşil, tarım var. Çöl gerilerde kaldı.
Köyde çoğunluk iniyor. Tuvalete gitmem lazım. Şoför kahvehaneyi gösteriyor. Aynı bizim köy kahvehaneleri gibi. Bu arada o yaşlı kadın arabadan inememiş, Arzu, onu kucaklayıp indirmiş. Gavur falan dediklerini duyunca da “Türki” demiş. Kadın çok sevinmiş. Le Kef’e giden sadece biziz ve şoförün arkadaşı.
Cezayir, dün Dünya Kupasına gitme hakkını kazandı. Burada hala kutlamalar sürüyor. Galiba Mısır’ı hiç sevmiyorlar, kendilerini Cezayir’le daha çok özdeşleştiriyorlar. Yolda bazı Cezayir plakalı araçlar, bayraklarla kutlama yapıyor, bizim dolmuşta onlara selam veriyor. Dün Cezayir gol attığında Tozeur’da millet yollara fırlamıştı.
Öğlen 15 gibi Le Kef’e varıyoruz. Şehir merkezi yakın yokuş yukarı. Bir taksi ile gidelim diyoruz. Mavi gözlü, yaşlı bir değnekçi peydah oluyor. Türkçe bir kaç kelime biliyor. Bize yardım etmeye çalışıyor, bir dinar veriyorum, çok mutlu oluyor. Taksi iki dakikalık yolu iki dinara götürüyor. Eyvallah diyoruz.
İlk olarak Lonely Planet’te yazan otele bakıyorum. Dar merdivenlerden çıkıyorum, ortada üstü açık bir avlu, ve ayakta yaşlı bir adam. Başka kimse yok. Oda soruyorum, gayet yavaş hareket ederek, asaletli bir İngilizce ile bana odaları gösteriyor. Bu otel yüz yıl önce muhteşem olmalı, ama her şey çürümüş. Adamcağıza acıyorum ama burada kalmak imkansız. Kendimi fantastik bir film sahnesinde gibi hissediyorum. Adama başka yerlere de bakacağım diyorum. Eminim dönmeyeceğimi anlıyor.
Arzu dışarı da yolda bekliyor. Ortamı onun da görmesini istiyorum ama yaşlı adamı düşünüp bir daha dönmüyoruz. Meydanın ortasında bulunan eli yüzü düzgün, büyük otele yöneliyoruz. 38 dinar, odaları da fena değil. İki, üç yıldız kalitesinde. Otel sonuçta. Girişinde bir de birahane var. Tozeur’da nasıl alkol olayı yoksa bu Le Kef’te tam tersi. Buraya gelirken, sanki daha tutucu bir yere gidiyormuşum gibi bir his vardı içimde. Sonuç tamamen yanıldığımı gösteriyor.
İlk olarak kaleye yöneliyoruz. Le Kef sakin bir şehir. Kale’de bir sürü genç var. bazıları ağaç altlarında el ele, bir kaçı ile selamlaşıyoruz. Bir diğer izlenimim ise güneyde, mesela Gafsa insanlar Afrikalı, zenci idi, burada Le Kef’te ise daha bir Akdenizli, genel olarak biz Türklere benzeyen çok insan var.
Kalenin girişinde, yalnız gezen, genç bir İtalyan ile konuşuyoruz. Sonra Kale’ye giriyoruz. Görünene göre sadece turistleri içeri alıyorlar. Giriş parası yok ama bekçi bir bahşiş bekliyor. Biz “Türküz” deyince “Bu kale sizin zaten, istediğiniz gibi gezin” diyor. Bazı yerlerde bize eşlik edip kapalı yerleri açıyor.
Akşam yemeği otelde yemeği düşünüp girişte bulunan restorant kısmına iniyoruz. Bir anda tüm gözler Arzu’ya dikiliyor. Ortamda sadece erkekler var ve kuru kuru bira içiyorlar. Bizi gören garson fırlıyor ve “yemek” lafını duyunca bizi bir üst kata çıkarıyor. Üst katta bir de alkolsüz aile salonu var.
Yemek gayet hesaplı ve güzel. İyi seçim yapmışız. Şarap da güzel. Biraz da bundan bahsedeyim. Ben son zamanlarda pek içmiyorum. Özellikle şarap, iki kadeh bile içsem, iyisi kötüsü, Türk ya da İspanyol, baş ağrısı yapıyor. Ama Tunus şaraplarını sevdim. İçimi güzel, başımı ağrıtmadı. Tavsiye ederim.