Sabah güneşli güzel bir günle uyandık. Kahvaltıdan önce ilk işim kalacak başka bir yer aramak oldu. Uzak Doğu ve Hindistan tecrübelerinden sonra bu olayda uzmanlaştım sayılır. Ufak bir araştırmadan sonra Transatlantique Otele taşındık, fiyat 38 dinar. Odada banyo ve tuvalet var. Otel bir zamanlar muhteşemmiş ama üzerinden yüzyıllar geçmiş. İdare edeceğiz artık.
Tunus şehrinde 4* yıldızlı otellerde fiyatlar 80 dinar ve üzeri. Kalite ve hizmet bazında bakarsak, bu fiyat bir çok Avrupa ülkesi ve Türkiye’den pahalı diyebiliriz. Onun bir alt kategorisinde ise 35-40 dinar arası yerler bulunuyor.
Otel değişim işleminden sonra caddede bulunan kafelerden birinde kahvaltı yaptık. Bu kafelerin bir dinara nefis krosanları var, özellikle benim gibi ton balığı seviyorsanız. Kahveler en salaş yerlerde bile makinede hazırlanıyor, olması gerektiği gibi. Bizde beş, altı lira alıp toz kahveden Cappuccino verilen yerleri düşünüyorum da… Çoğunluk capusin (kapusan okunuyor) içiyor, fiyatı 700 milim yani 0.7 dinar. Eğer şaşırıp Cappuccino isterseniz, iki buçuk ila beş dinar arası turistik fiyatı ödersiniz. Bu “capusin” İspanyolların cortado dedikleri az sütlü kahvenin biraz daha fazla sütlüsü. Bardak aynısı, Fransız adeti olacak…
Kahvaltıdan sonra hemen bitişikte bulunan süpermarkete giriyoruz. İlk dikkatimi çeken, fiyatlar Türkiye ile hemen hemen aynı. Tunus bu anlamda ucuz bir ülke değil. Daha sonra elbise fiyatlarına baktım, kalitesiz ve pahalı. Şimdi dün uçakta bulunan Tunuslu hanımların neden torbalarca giyim eşyası taşıdıkları anlaşılıyor.
Sonra kapalı pazar yeri Marché Central’i ziyaret ettik. Sebzeler, meyveler, mikro ve makro zeytinler… Tunus zeytin üretiminde Türkiye’nin önünde dördüncü sırada. Giderseniz minik zeytinlere dikkat, çok keskin bir kokusu var. Biz aldık, ev şimdi zeytinyağı fabrikası gibi kokuyor. Balıklar, deniz ürünleri, hamur işleri, baharatlar, velhasıl ne ararsan var.
Alış verişten sonra meşhur Bardo müzesine gidiyoruz ama müzeye yanaşamıyoruz. Ulusal bir bayram dolayısıyla polis girişi yasaklamış. Taksici bir kaç denemeden sonra bizi yakın bir caddede bırakıyor, (5 dinar). Boş caddeyi sonuna kadar yürüyoruz. Polislerden birinin “devlet başkanının orada olduğunu, daha ileri gidemeyeceğimizi” söylediğini, şöyle böyle anlıyoruz. Tunus’da insanların çoğu ana dilleri Arapçanın yanında Fransızca da biliyor. Bizim İngilizce ve İspanyolca burada pek işe yaramıyor ama bir şekilde anlaşıyoruz.
Bütün yolu geri dönüyoruz. Taksi bulmak için meydana dönerken insanların dağıldığını görüyoruz. Müzisyenler, bayramlık elbiseleri ile çocuklar vesaire. Sonunda bir şekilde müzenin kapısına geliyoruz. Tunuslu bir çift “Başkanın içerde olduğunu, ama birazdan çıkacağını ve müzeye ziyaretin başlayacağını” söylüyor. Yan tarafta bulunan kafede Boga Gazozu içerek zamanı öldürüyoruz. Tunusta bulunduğumuz sürece en hoşuma giden iki şeyden birisi capusin ise öbürü de bu Boga gazozu oldu. Limonlusu güzel, elmalısı daha da güzel.
Sonunda müze açılıyor. Giriş sekiz, fotoğraf çekme bir dinar. Bu fotoğraf çekmeye bir dinar alma, hemen hemen tüm müzelerde olan bir uygulama. Saçma bir şey. Bu devirde fotoğraf çekmeyen turist mi kaldı. Yap şu müzenin girişini 10 dinar, uğraştırma böyle kırtasiye işlerle.
Bardo Müzesi dünyanın en zengin Roma devri mozaikleri müzesi. Müzede görevlilerden biri Türk olduğumuzu öğrenince burası “sizin sarayınız” diyor. Bu lafı daha sonra da değişik yerlerde duyacağız. Bunun bir de “atalarım Türk idi” versiyonu var.
Bu muhakkak gezilmesi gereken, muhteşem müzeyi gördükten sonra bir taksi ile Kartaca müzesine gidiyoruz. Taksici, dolaştırmadan, bizi müze binasına bırakıyor ve on dinarı cukkalıyor.
Kartaca müzesi çok zayıf, ama bitişikte bulunan katedral ve manzara güzel. Kartaca ören yeri oldukça dağınık. Bir tanesinden yedi artı bir dinar verip kombine bilet alınıyor ve gezilmeye çalışılıyor. Hepsini görmek için galiba bir tam günü ayırmak lazım. Sadece müzeden hamamlara yürümemiz yarım saatten fazla sürdü.
Bu fotoğraflara para ödeme işi de bir garip, bu müzede kapıda bulunan görevlilerden biri bizi uyandırdı. “Niye iki tane alıyorsunuz” dedi. Yani iki ya da üç kişi geziyorsanız, bir tane fotoğraf bileti yeterli, gördüğümüz kadarı ile kontrol eden falan yok.
Müzeyi gezip, Kartaca şehrinin bulunduğu alanı, akşam üstü güneşe karşı da olsa tepeden fotoğrafladıktan sonra müzeden çıktık. Çıkarken kapıda bekleyen bir rehber kıza aşağı nasıl gideceğimizi sorduk, gayet candan ilgilendi. Sonuçta orada müşteri bekliyor, bedava bilgi vermesi gerekmiyor (bu fikrime mesleki deformasyonda diyebilirsiniz, gerçi ben de bu durumlarda genelde yardım ederim, ama müzelerde yandan dinlemeye çalışan bedavacıları da ufaktan bir laf geçirmeyle bozarım). Neyse kıza biz de rehberiz deyince, dışarı çıktı olayı bir daha ayrıntılı anlattı.
Hemen bitişikte katedral var, giriş parasını falan duyunca girmekten vazgeçtim. Arzu zaten istemiyordu. Katedrali dolanıp, patika yoldan, bir alt yola, yokuş aşağı inmeye başladık. Yol lüks villalar çevrili, İstanbul’un Etileri gibi falan diyelim. Önce kıvrıla kıvrıla, sonra da dümdüz deniz kıyısına doğru inince Roma Hamamlarının bulunduğu bölüme geliniyor. Hamamlara girerken kapıdaki eleman yanlışlıkla başka bir bölümün yerini, ben uyarınca da, hamam bölümünü mühürledi. “Peki” dedim “şimdi bu yanlışlıkla mühürlediğin yere gidersem ne olacak?”. Herhalde başından savmak için “bir şey olmaz” dedi. Nasıl olsa o bölüme girmeyeceğimizden önemsemedik ama adamın lakayt tutumu, bu kalitede bir müze için, pek hoş değil.
Hamamların hemen bitişiğinde Başkanlık Sarayı bulunuyor. Müzede o tarafın fotoğrafının çekilmemesi için uyarılar var. Rehberler, başları belaya girmesin diye olacak ayrıca gruplara bunları açıklıyorlar. Ama bina bir şekilde karelere giriyor. Neyse siz yine de dikkat edin, başkan görmesin, olayın pek şakası yok diyorlar.
Hava kararıyor, yağmur yağacak gibi, zaten erken akşam oluyor, saat üçü geçti. Kartaca’nın diğer bölümlerini başka bir ziyarete bırakıyoruz, dışarı çıkıp zor da olsa bir taksi bulup Sidi Bou Said’e gidiyoruz (iki dinar).
Bu gezilere çıkarken pek öyle araştırma falan yapmıyorum, işi oluruna bırakıyorum. Ne çıkarsa bahtıma hesabı. Ama bazen de bu Kartaca olayında olduğu gibi hafiften pişman oluyorum. Kartaca’nın böyle olduğunu bilseydim, biraz daha fazla zaman ayırmaya çalışırdım. Ki buraya gelirken bazı arkadaşlar “on gün ne yapacaksınız Tunus’ta?” diyorlardı. Görülecek bayağı yer varmış.
Bou Said bir sayfiye köyü, tipik beyaz Akdeniz evleri, mavi kapılar, turistik çarşı, girişinde Türkçe açıklama olan müze ev gezmeye değer. Buraya gelen herkesin ziyaret ettiği, görülmesi gereken yerlerden biri.
Otele dönüşte, biraz aşağı yürümemize rağmen, turistik bir taksiciye yakalandık. O da klasik şirinliklerini yapıp bize taksimetreden geçirdi (16 dinar).
Gece otelin yakınında bulunan dışarıda bira da veren Cafe Paris’te pizza yiyoruz. Yan masadan pos bıyıklı avukat nereli olduğumuzu soruyor ve muhabbet başlıyor. Türkiye’yi çok seviyormuş, Atatürk hayranıymış, kızları tatili hep Türkiye’de geçiriyormuş, falan filan. Bize şarap içmemizi söylüyor ama bira istiyoruz. Neyse yemekleri yedikten sonra hesap istiyoruz. Garson 38 dinar diyor. Biz acaba küçük pizza istemiştik, yanlışlıkla büyük pizza mı geldi diye düşünüp soruyoruz, ki gerçekten büyüktüler. Salak hayatının hatasını yapıp “yok onlar küçük boydu” diyor. O zaman hesabı yazılı ver diyoruz. Gelen fişte 18 yazıyor. Sonra da aptal ayağına yatıp, İngilizcem yetersiz falan diyor ve beş dinar bahşiş istiyor. Bir yirmilik bırakıp çıkıyoruz. Hem ayaküstü yirmi dinarımızı cebellezi etmek istiyor, hem de gayet pişkin, üstüne bahşiş istiyor. Sonra, ertesi gün oradan geçerken “bu akşam gelmiyor musunuz?” diye soruyor.