Otel yerine her zamanki kafede kahvaltımızı yaptıktan sonra Medina’ya gidip biraz alış veriş yaptık. Zeytin Camisini ziyaret ettik. Biz Türküz deyince giriş parası almadılar. Ama cami ancak avlunun bir kenarından görülüyor. Avluya bile girmeye izin vermiyorlar. Bir bilgi panosunda sütün başlıkları tipleri hakkında bilgi verilmiş. Osmanlı tipi ilgimizi çekiyor, fotoğraflıyoruz.
Medina’dan çıkıp otele dönerken, açık olduğunu gördüğüm St. Paul Katedraline giriyorum. İstiklal caddesindeki St. Antuan’ın bir benzeri. Eşyaları toparlamak için otele dönüyoruz. “Check-out saat on iki ama bire kadar kalabilir miyiz” diye soruyoruz. Kabul etmiyorlar. Biz de, tam saat on ikide odayı boşaltıyoruz. Aslında bazı oteller bu konuda esnek davranır ama bunlarda hiç o hal yok.
Sonra daha önce gezdiğimiz, Atatürk caddesine yakın, tek büyük, kitapçıya gidip Tunus’la ilgili bir şeyler alıyoruz. Akabinde, otelin yakınında bulunan süpermarkete giriyoruz. Genellikle süpermarketlerde sırt çantalarına izin verilmiyor. Ama, Vietnam, Malezya ve Hindistan’da bir çok kez olduğu gibi şimdi burada da, görevli turist olduğumuzu anlayınca geçin işareti yapıyor. Elbette bazı süpermarketlerde çantaları bırakmak zorunda kaldık, ama dikkatimi çeken, turist olmanın çoğunlukla böyle bir avantajı var. Sanki turist bir şey çalmazmış gibi…
Süpermarketten yine bir kaç parça peynir, el dezenfektanı falan aldıktan sonra her zamanki kafeye gidiyoruz. Yeni çıkmış, dumanı üstünde, sıcak tepside lazanyaları görünce dayanamayıp birer tane istiyoruz.
Tunus’da yemekler genellikle acı, yemekten önce zeytinyağlı acı biber salçası sunmak her yerde görülen bir usul. Lazanyalar ilk başta pek acı gibi gelmiyor, oldukça leziz. Acı yavaş yavaş kendini belli ediyor. Tabağın bitmesine yakın ise artık yiyemiyorum. Tunus ile ilgili bu acı hatıramızı da yaşadıktan sonra otele gidip sırt çantalarımızı alıyoruz ve bir taksi ile hava alanına yollanıyoruz.
Cebimizde Tunus Dinari olarak bir onluk kaldı. Taksici oldukça sempatik bir amca, önümüzdeki yıl Türkiye’yi ziyaret etmeyi düşünüyormuş. Yolu uzatmıyor. Gayet düzgün gidiyor. Sırt çantasına da ekstra bir şey istemiyor. Alana varışta taksimetre dört dinar yazıyor, ama son kalan onluğu ona bırakıyoruz. Amcam acayip mutlu oluyor.
“İkisi de sırt çantalı, eski püskü giysili, birisinin on gündür yıkanmayan pantolonu kirden kayış gibiydi ama bu Türkler çok bonkör insanlar, canım” diye her yerde anlatıyordur ve “paranın ve imanın kimde olduğu hiç belli olmuyor” diye de ekliyordur. Nereden mi biliyorum. Turizm sektöründe çalışınca bu muhabbet bana hiç yabancı gelmiyor da ondan…
Havaalanındayız, uçak bir türlü kalkmıyor. Sonunda olayın nedeninin İstanbul’u kaplayan yoğun sis olduğunu anlıyoruz. Uçakta yanımıza yıllardır orada yaşayan bir iş adamı oturuyor. İlginç ve komik şeyler anlatıyor. Tunus’la ilgili anlamadığımız bazı şeyler netleşiyor. Politika polemiğe açık olduğundan bunları yazmak istemiyorum.
Sonunda İstanbul hava sahasına giriyoruz. Ama sisten hiç bir şey görülmüyor. Kırk beş dakika havada tur attıktan sonra inişe geçiyoruz ve pilot zar zor uçağı piste yapıştırıyor. Bavulları alırken hava alanının uçuşa kapandığını duyuyoruz. Gerçekten şanslıyız. Bizden önce ve sonra gelen uçaklar İzmir’e ve Ankara’ya yönlendirilmiş. Biz vardığımızda bir yarım saatliğine sis dağılıyor, inişlere izin veriyorlar, o da bize denk geliyor.
Tunus olayı da bitti. Bir daha gider miyim? pek sanmam ama belli de olmaz. Özellikle Roma devri ören yerleri için, özel olarak, meraklısı ufak bir grupla olabilir. Tavsiye eder miyim? Neden olmasın. Görülecek çok yeri ve alternatifleri olan, güvenli bir ülke…