Önceki sabah, erkenden, Baz Bus’a binip yola devam ettik, beş saat bir yolculuktan sonra Chintsa’ya, Buccaneers Backpakers’a, vardık. Minibüste İşkoç Matt’ta bulunuyor, o da ilk günden beri bizimle ama hep ayrı yerlerde kaldı. Bu sefer rotamız çakışıyor, John’dan ayrıldıktan sonra sanrım yola Matt ile devam edeceğiz.
Bir gün mü, üç gün mü kalalım diye düşünüyorduk, yeri görünce üç gün kalmaya karar verdik. Neden iki gün kalmadınız derseniz, artık bu bölümde, her gün Baz Bus yok. Mecburen üç gün kaldık ve iyi de ettik. Müstakil bir evde bulunan üç odadan birinde kalacağız, banyo ortak. Fiyatı; iki kişi dorm fiyatı ile aynı ve şu ana kadar en ucuza kaldığımız yer, 220 rand. Diğer odalar boş, geniş bir mutfak ve salon, hepsi bizim. Son gün akşama doğru, bize ortak bir Hollandalı çift geldi.
Kaldığımız Buccaneers denize açılan bir vadinin bir yamacında, bahçeler içinde, müstakil evler ve dorm’lardan oluşuyor. Aşağıda, denizle arasında bir kumsal bulunan bir gölcük var. Karşı yamaçta ise Chintsa köyü. Yani burası, tam cennetten bir köşe… Deniz, tüm geçtiğimiz kıyıda olduğu gibi dalgalı, yani sörf için bire bir.
Braai partisi
Dün hava güzel güneşli idi, plaja indik. Arzu rengarenk yosunları keşfetti, ben fotoğrafladım. Evin çevresinde kuşlar, kelebekler, doğa fotoğrafı için bir cennet (ikinci defa bu kelimeyi kullanıyorum)… Akşama braai’ye (BBQ) yazıldık. Aslında köyde, on beş dakika mesafede ufak bir market var, et falan almış, önceki gün evde yapmıştık. Üstelik, evin önünde kendine özel barbeküsü var, odun, çıra falan hazırlamışlar. Kibriti çak olaya giriş. Son gün gelen Hollandalı çocuk, sigarasını attı, bir anda tutuştu, o kadar yani…
Akşam barbekü partisi iyi oldu, komşularla tanıştık, kaynaştık. Bir anda sağanak bir yağmur yağdı. Bulutların arasından süzülen dolunayın denize yansıması muhteşem bir görüntü oluşturdu. Keşke bir tripodum olsa, bunu fotoğraflasaydım dedim ama makine zaten yeterince ağır, bir de tripod çekilmezdi.
Güney Afrikalı bir çiftle epey bir muhabbet ettik. Evlerine geçenlerde açık unutulan ufacık bir pencereden babunlar girmiş. Her şeyi parçalamışlar. Tüm eşyaları değiştirmişler, boya falan nerede ise evi yeniden yapmışlar. Türkiye’yi çok görmek istiyorlar, belki seneye gelecekler. Kızın dedeleri Yunan imiş. Sonra Buccaneers’in sahibesi de geldi. Türkiye’ye gitmiş, çok beğenmiş falan, muhabbet devam etti.
Son gün
Bugün hava çok rüzgarlı, sahilde biraz yürüdük, köye alış verişe gittik. Köyün bakkalında, kasaya “don’t rush me, I’m South African” yazmışlar. Tercümesi; “İki ayağımı bir pabuca sokma, ben Güney Afrikalıyım”. Burada her şey yavaş, öyle “hadi al parayı, çabuk” muhabbetine hiç gelemiyorlar. Adamdan iki yumurta alıyorsun, ödemesi on dakika sürüyor. Bu genel olarak her yerde böyle.
Sonra evde, bahçede vakit geçirerek akşamı bulduk. Akşam barda millet ile laga luga ederek vakit geçirdik. Bütün bunlar, benim İngilizce için de iyi pratik oluyor. Ama hala çok eksiğim var, anlamıyorum çoğu şeyi. Bir yerlerden bir gramatik kitabı almalı..
Konu dışı, burada en güzel olaylardan biri, musluk suyu içiliyor. Dubai’den aldığımız pet şişe hala bizimle, musluktan doldurup doldurup içiyoruz. Sanırım şişeyi Dubai’ye geri götürüp, aslına teslim edeceğiz.