Dün gece güneşin batışı ve dolunayın çıkışı muhteşem olmuştu, bu sabah güneşin doğuşu da onları aratmadı. Foklar yakınımızdaki kayalıklara balık avlamaya geldiler. Fotoğraflarını çektikten sonra, toparlandık. Alman amcanın leziz kahvesi ile kahvaltımızı yaptık. O sırada bir karga geldi, uzun uzun gakladı ve adamın verdiği kırıntıları yemeye başladı. Ben; “ne güzel tesadüf, karga ve adam fotoğrafı” diye düşünürken, adam o karganın her sabah geldiğini ve onu beslediğini söyledi.
Toparlandık, yola çıktık, dün flamingoları çekmeye çalıştığım lagünün kıyısında ufak bir antilop var, görüntüsü suda yansıma yapmış. Nefis bir fotoğraf. Bir yandan yavaşlarken, bir yandan çantadan makineyi çıkarmaya hazırlanıyorum. Takıldı, çıkmıyor derken hayvan gitti. Zaten ne zaman geniş açıyı taksam, zoom gerekiyor, ya da tersi oluyor. Makineyi boynuma asıyorum, saatlerce bir şey çıkmıyor. Çantaya koyuyorum, tam çekilecek görüntüler kaçıyor. Yolda bir kuş, hayvan vesaire gördüm, arabayı Arzu kullanıyorsa, dur diyene kadar, mesafe alınıyor. Motor sesi hayvanları ürkütüyor, motoru stop sesi daha çok ürkütüyor. Velhasıl, hiç bir zaman denk gelmiyor… En iyisi arabayı kullanırken, makine boynunda asılı olacak, ama o da çok zor.
Pazar alışverişi
Lüderitz’e vardığımızda günün pazar olduğunun farkına varıyoruz, sokaklarda insanlar düne göre daha fazla, üstelik süpermarketler açık. İki büyük süpermarketten istediklerimizi ancak tamamlıyoruz. Çevredeki büyük çiftliklerden gelip, ne var ne yoksa tüketmişler. Arzu alışveriş yaparken ben arabanın başında yiyecek isteyen çocuklarla muhatap oluyorum. Israr ediyorlar ama çok değil. Sonunda dayanamayıp, ne varsa veriyorum. Burada, Dünya’daki elmasın yarısının çıktığı bu yerde, insanların aç olması, söylenecek söz bırakmıyor. Türkiye kadar bir coğrafyada iki buçuk milyon kişi. Avrupalı, elmas tüccarları, buradan kazandıklarının milyonda birini bu ülke insanlarına verseler, kimse aç kalmaz.
Terk edilmiş kasaba
Kolmanskop terk edilmiş bir madenci kasabası, giriş biletini Lüderitz’den, Lonely Planet’in yazdığı bir acentadan aldık ama kapıdan da alınıyormuş. Kum yavaş yavaş binaları yemeye başlamış. Arzu kumların arasında bir elmas parçası buluyor. Cezası doğrudan hapis. Aslında, değerli bir şey değil, kesilse üç tane nokta kadar bir şey çıkar. “Alma, at kumlara, sınırda bir şey olur” diyorum. Attım diyor ama atmamış. Daha sonra bana gösterdiğinde, bu değerli karbon-kömür parçasının Afrika kıtasına benzediğini fark ediyorum.
Yola devam, bu sefer hedef; çöl. Gerçi her taraf çöl ya, bu hedef, dünyanın en yüksek kum tepelerinin çölleri… Aus’a kadar geldiğimiz asfalt yoldan geri dönüp, kuzeye yöneliyoruz, artık bundan sonra, son günlere kadar bir daha asfalt masfalt yok.
Yolda yağmur ve fırtınaya yakalanıyoruz. Manzara inanılmaz. Arabayı kiralarken lastik patlamalarına karşı, stabilize yollarda doksanın üzerinde gitmeyeceğiz diye imza attık ama o hızla da bu yollar bitmez. Çukur geçişlere beton yapmışlar, yağmurda sel olabilir tabelası koymuşlar. Yolun bir tarafı fırtına bulutları ile kaplı, öbür tarafı günlük güneşlik. Bir ara fırtınaya yakalandık. Yol acayip kayganlaştı. Bu arada Sesriem kampını bulmaya çalışıyoruz. Yolda bir benzinciyi kaçırdık. İbre dibe vurdu. Yollarda bir kaç tane özel kamp alanı var ama onların fiyatları bizdeki beş yıldızlı oteller düzeyinde. Sonunda hava kararırken kampı buluyoruz ve ilk işimiz benzinciye uğramak oluyor.
Sesriem kamp alanı
Sesriem kampı, Sossusvlei’deki dünyanın en yüksek kum tepeciklerini görmek için konaklama noktası. İki kişi, iki gece kamp için 500 nad, çöle giriş içinse 330 ödüyoruz. Bize verilen ağacın altına konuşlanıyoruz. Her kamp alanında olduğu gibi burada da her birimde, su, elektrik, şarj için prizler ve beton bir BBQ yani mangal mevcut. Gece yemekten pay almaya çalışan çakallarla mücadele ederek mangalımızı yaptık.