Avusturyalı bir çift ile 16 Şubat sabahı, saat yedide yola çıktık. Önce, turist tarifesinden, kendimize 15, sırt çantalarına da 10 meticais ödeyerek İnhambane dolmuşuna bindik. İnhambane’de dolmuş durağına vardığımızda tekneci bir adam peydah oldu ve teknesi ile bizi karşıya geçirmeyi önerdi. Adamın teknesinin yelkenli olduğunu görünce, bir de istediği fahiş fiyattan dolayı teklifi kabul etmedik. Ayrıca, Tofo’daki Fatima Nest’in müdürü Simon, yelkenliye binmememiz için bizi uyarmıştı.
Bu sırada baktık, bizimle gelen Avusturyalılar kek gibi yolda bilet satan elemanlara yem oluyorlar. “Gelin, burada gayet normal bir gişe var” dedik ve biletlerimizi aldık. Tekne yelkencinin dediği gibi hiç de tıklım tıklım dolmadı ve saatinde kalktı. Bazı insanlar ise motorlu kayıklara bindiler. Belki yolda bilet satanlar onlar için satıyordu. Maxixe’ye geçis, bir ince uzun koy olduğundan aynı Çanakkale Boğazı geçişine benziyor. Bir an gözlerim, karşıda “Hey Yolcu…” yazısını aradı.
Vilanculos’a minibüs
Karşıya varınca bizi, büyük ihtimal o yelkencinin bahsettiği kardeşi olacak, biri karşıladı. Vilanculos için istediği 300 metacais adam başı ücreti kabul etmedik. Ben orada, süper Portekizcem ile birine dolmuş durağını sordum. Onun tarifini Arzu anladı, benim ki daha anlamaya yetmiyor. Durağa giderken, kapısında kocaman tüfekli bir güvenlik görevlisi olan bir banka gördük ve ATM’den para çektik. Yolda bir sokak satıcısından, korsan müzik CD’leri aldık. Eleman bu alışverişten memnun bizi durağa götürmeyi teklif etti, zahmet etme buluruz derken, Vilanculos yazan boş bir minibüs gördüm ve el ettim. Minibüsçülerin 175+25 olan fiyatını “precio turista-nao amigo” pazarlığı ve kahkahaları arasında kabul ettik. Daha sonra gördük ki, o yola bu fiyat az bile sayılır.
Tofo-Vilankulo arası yaklaşık dört saat sürüyor. Yolun ilk kırk kilometresi güzel ama çok yolcu biniyor. Dolmuşlar yani chapalar ufak minibüsler. Bazı bölümlerde arkaya dört kişi kaburgalarımız birbirimize geçmiş olarak oturduk. Yolun ikinci bölümü, yetmiş kilometresi bir felaket. Ama yolda bir şantiye kurmuşlar, belli ki yakında yapacaklar. Şansımıza bu bölümde minibüste kimse kalmadı da rahat oturduk. Son 140 kilometre kadar, bu kilometreleri kafadan atıyorum, yol gayet düzgün ve yine bazı bölümler bayağı sıkışık gittik. Bir de minibüste bizden başka “beyaz” olmadı.
Vilankulo’ya varış
Vilankulo’ya varınca, her zamanki gibi kalacak yer aramaları başladı. Ben, nedense, Baobab Beach isimli yerin daha iyi olduğu gibi bir hisse kapılmıştım. Ama Avusturyalılar Zombie Cucumber’in çok iyi olduğunu duyduklarını, orada kalacaklarını söylediler. Arzu da onlarla aynı fikirde olunca, gönülsüzce kabul ettim, bir kamyonet bulup gittik.
Vardık ki, deniz felaket, süper dedikleri Vilankulo sahili bu muymuş!.. Zombie Cucumber deniz kıyısında değil, bir yirmi metre içeride, arada kumdan yol var. Gerçi, denizin felaket olması geçici bir durum imiş. Gel-gitten dolayı deniz yüksekmiş, bunu daha sonra öğrendik. Yer güzel, bahçe de güzel ama ben Tofo gibi deniz kıyısında, plajda bir yer arıyorum. Sabah kalkınca denizi görmek istiyorum. Zombie’de “şale” dedikleri chalet yazılan aslı Türkçede yalıdan gelen bungalovlar 980 meticais. İçerisi sivrisinek kaynıyor. Banyo-tuvalet dışarıda. Vilankulo sıtma bölgesi, ama resepsiyoncuya göre sıtma daha iç taraflarda. Bir kez daha sıtma bölgesine varamadık. Güney Afrika’dan beri, “tamam ama aslında daha ötesi” diyorlar. Burada da o oldu.
İsmin hikayesi: Vilankulo ismi yerel kabile şefi Gamela Vilankulo Mukoke’den gelmektedir. Sömürge dönemlerinde Vilanculos olarak bilinen isim bağımsızlıkta Vilankulo olarak değiştirildi. Bugün vilayet Vilanculos, şehir ise Vilankulo olarak adlandırılmaktadır.
Bir de Baobab’a bakalım
Zombie’ye yerleştikten sonra, bir de Baobab’a bakalım dedik, yola çıkınca bir gence sorduk “plajdan yürüyün, bir kilometre sonra bulursunuz” dedi. İyi ki yürümüşüz, balıkçı tekneleri balıkları getirmişler, insanlar, özellikle kadınlar, başlarında kocaman sepetlerle teknelere yanaşıyorlar, balıkları alıyorlar. Akşam ışığı, hareketler, martılar, balıkçıl kuşları.. tam fotoğraflık, ama güvenlik sebebiyle makineyi Zombie’de bıraktık.
Baobab’a varınca hemen ertesi güne şale’lerden birini ayırttık. Bin istediler, 800’e anlaştık. Aslında arkada 500’e hut var ama bu hem denize nazır, hem de banyo ve tuvalet içeride.
İkinci hedef Taurus süpermarket. Vücuda sıkılan sivrisinek ilacı bir tek orada varmış. Bütün o yolu tekrar geri yürüyoruz, sonra, onun iki misli daha yürüyüp Taurus’u buluyoruz. Yürümek sorun değil, ama Vilankulo’nun hemen hemen tüm caddeleri kum… bir kaç ana cadde, arabalar geçecek kadar asfalt, gerisi kum, toprak bile değil. Kumda yürümenin nasıl olduğunu sanırım herkes bilir. Markette genç biri yanaşıyor bir şeyler söylüyor, çocuğu hatırlıyorum, gelirken, arabasını durdurup, yol sormuştuk. Bize “buraya geldiğinizi bilsem getirirdim” diyor, “karım bir kaç şey alacak, dönüşte sizi götüreyim”. Sanırım Hint asıllı idiler, bizi Zombie’ye kadar götürdüler. Sağ olsunlar, o yorgunlukta, çok makbule geçti.
Baobab Plajı
Vilonkulo’da ikinci gün eşyaları topladık, bir taksi çağırdık. Taksici Eusebio ile beş yüz metacaise anlaşıp güne başladık. Önce Baobap’a gidip eşyaları bıraktık. Bize söz verdikleri 1 numaraya birileri yerleşmiş, biz de 2’yi aldık. Dün kimsenin olmadığı yere, geceleyin bir sürü kişi gelmiş. Oradan Johannesburg’a bilet almak için hava alanına gittik. Lam’ın yetkilisi yarım saat sonra gelecekmiş, Federal’de (eski Pelikan) ise kota bitmiş, kalan ucuz biletler sadece İnternet’ten “kolayca” alınıyormuş. Tam şehre dönerken Eusebio, Lam’ın görevlisini gördü, adama seslendi. Böylece ayın 22’sine Johannesburg biletlerini aldık.
Namibia bileti kabusu
Bir İnternet kafe bulup Namibia biletlerini almak için şehre döndük. Smuglers’da artık İnternet yokmuş, biz de Müslümanlarca işletilen, “halal” et kullanan New York Pizza’ya geçtik. İnternet hızlı, keyfimiz yerinde, tam biletleri almak üzereyiz, son işlem olarak onay için Garanti Bankasına bağlandı derken.. çat elektrikler ve doğal olarak İnternet gitti. Sonra jeneratör çalıştı, İnternet gelir gibi oldu, yine gitti. Bekledik, yok, oradaki eleman modeme baktı, genel bir arıza dedi. Yakınlarda bulunan Edson kafeye gitmemizi önerdi, o sıcakta bir kilometre yürüyüp gittik, orada hiç elektrik yok. Ama yolda ışıkları yanan bir restoran gördük, sorduk elektrik gelmiş.
Tekrar pizzacıya döndük, bir pizza yedik, sonra İnterneti beklemeye başladık.. bekliyoruz ama yok oğlu yok… Bir dakika, sadece bir dakikaya ihtiyacımız vardı, biletleri almak için. Bu İnternet dün akşam Zombie’de de gitmişti, ertesi güne kadar gelmemişti. Soruyorsun, “bilmiyoruz, belki gelir” diyorlar. Tunus çöllerinde bolca andığımız bedevi hesabı, yorgun ve umutsuz kalakaldık.
Derken aklımıza, Cape Town’ı, Arda’yı aramak geldi. Hemen markete gittik, biraz alış veriş yaptık. Taksici Eusebio’yu çağırdık. Sonra kontör aldık. Arda’yı aradık. O biletleri bizim için aldı ve olay halloldu.. halloldu ama hemen hemen tüm gün bu bilet alma olayı ile geçti.
Akşama doğru Baobab Beach’a yerleştik. Kumsala indim, balıkçıların ve kuşların fotoğraflarını çektim. Sonra denize girdim. Deniz “hamam suyu” gibi sıcaktı. Akşama marketten aldığımız T-Bone bifteği yaptık, nefisti. Uzun zamandır böyle lezzetli et yememiştim. Arzu da güzel pişirmiş…
Üçüncü gün
Güne geceden başlayan yoğun yağmurla başladık. Her taraf ıslak. Arzu çıktı köye gidip geldi. Öğleden sonra siesta yaparken, odada garip bir hareket hissettim. Yer kanatlı karıncalarla doluydu. Yatak, tavan, oda kum gibi normal karınca kaynıyordu. Galiba bir karıncalar savaşının tam ortasına düşmüştük, dehşet bir görüntü idi. Dışarıda güvenlik görevlisini gördük, adam odayı görünce “hemen değiştirelim” dedi. Üç numara yeni dolduğundan son “şale” dört numaraya geçtik. Burasının önü ağaçlarla daha kapalı ama daha temiz. Zaten hepsi yan yana.
Yeni yerimize yerleştikten biraz sonra yan taraftan aksanlı bir İspanyolca duyulmaya başladı, İsrailli imiş, kız arkadaşı ise İspanyol. Karınca savaşı arasında onlarla tanıştık. Bizimle aynı tarihlerde buraya gelmişler ama önce Namibya’ya gitmişler, oradan Botswana, Zambiya ve Mozambik. Şimdi bizim geldiğimiz Güney Afrika’ya gidiyorlar. Arzu sahile indi, balıkçılardan çok ucuza bir sürü değişik balık aldı. Akşama yerken yeni komşuları da davet ettik. Çok sevindiler. Onlar porrolarını tüttürürken biz biralarımızı içip muhabbet ettik.
Dördüncü gün
Kahvaltıdan sonra Arzu, komşu çiftle köye gitti. Yağmur kesildi, hava sıcak ama hala kapalı. Deniz burada öğlene doğru gel-gitten dolayı kilometrelerce çekiliyor. Ortada resmen bir ada oluşuyor. Akşama doğru ise kapıya kadar geliyor. Deniz yaklaşırken balıkçılar da karaya yaklaşıyorlar. Kıyıda bekleyen kadınlar gelen ürünleri paylaşıyorlar. Arzu’yu dünden tanıyorlar, dört liraya dört büyük, bir sürü de ufak kalamar aldık.
Burada, tek başına takılan Daniel diye bir İsrailli var, resmen çalışan eleman gibi olmuş. Bu Afrika’da bir olay var, her yerde yüksek volümle müzik çalınıyor. Otobüslerde, dolmuşlarda, kaldığımız yerlerde, millet uyuyor mu, hasta mı, kafa dinlemek mi istiyor demeden, gece yarılarına kadar abanıyorlar müziğe. Ses sistemleri de fena değil. Daniel, Diwansaz isimli İsrailli bir grubun CD’sini getirmiş yanında. Grup bağlama falan kullanıyor. Özet olarak, Mozambik’te, İsrailli bir gruptan, “Sivas ellerinde sazım çalınır” dinleyerek kalamar yedik.
Parçalardan birinde “ney” çalınınca, Sufi mevzuları açıldı. Yaşlı alman çift de olaya dahil oldu. Kadın yıllarca Hindistan’da Osho’nun müritliğini yapmış, adam da yıllarını Hindistan’da ve dünyanın diğer yerlerinde harcamış. İkisi de eski hippilerden belli. İsrailli komşu Ömer, sevgilisi İspanyol Cris, kaptırdık bir muhabbete, fonda “çökertmeden bilmem ne ettim de Halil’im” ile geceyi yedik bitirdik. Sonunda zenciler, sanırım dayanamadılar, biz gidince koydular Bob Marley’i… Dünyada da en çok dinlenen müzik hangisi derseniz, istisnasız “reagge” derim. Uzak Asya’dan Hindistan’a, Afrika’ya son üç yılda kaldığım tonlarca hostelin hemen hemen hepsinde Bob Marley bir numara.
Beşinci gün
Beşinci güne sabahın yedisinde denize girerek başladım. Alman amca da geldi. Bir saat kadar yüzdüm. Yeğenim Kuzey’in bugün birinci yaş günü, mesaj attım, büyüyünce okur. Sonrası chorizo ile kahvaltı. Burada İngilterede yaşayan Güney Afrikalı biri var. Şnorkel turu için adam lazımmış. Biz, ilk gün süpermarkete giderken, bir İngilizin Sail Away isimli acentasının önünde onunla konuşmuştuk. En az dört kişi olunca kurtarıyormuş. Adam bulunamadı, hava kötü idi derken, pazar gününe yaparım demişti. Birlikte geldiğimiz iki Avusturyalı öbür hostelde kalıp, sonra da erken dönünce olay bir türlü olmadı. Hatta buradaki lokal elemanlar “niye zengin Avrupalılara para kazandırıyorsunuz, yerel insanları niye desteklemiyorsunuz” diye bozulmuşlardı. Sonunda Richard’a telefon ettik, “yapıyor musun kardeşim” dedik, zor falan deyince, İki kere sıtma geçirmiş Antuan’ın tavsiyesine uyup, daha önce gitmiş beğenmiş ve bir daha gitmek istiyor, Blackberry telefonlu yerel girişimci Rodriguez’i çağırdık. Üstelik 1440 metacais ödüyoruz, İngiliz 1700 istemişti.
Sıtma (Malarya)
Bu sıtma/malarya mevzuna tekrar dönmek istiyorum. Vücuda sıkılan, sürülen, yatağa yapıştırılan, elbiseye iliştirilen, bileklik, elektriğe takılan Raid, Baygon sinek öldürücü, tül sineklik, ne kadar önlem hepsini ayrı ayrı veya aynı anda denedik ama sivrisineklerin sokmasına engel olamadık. Meretler bir şekilde sokuyor. Sadece, bizi sokan sineklerin, malarya taşıyıcı olmaması için dua ediyoruz. Yoksa çoktan olay bitti. Sıtmayı önlemek için bir kaç tane ilaç var ama hepsi bayağı sakat ilaçlar. Bir problem de bu ilaçları bulmak. Türkiye’de yoklar. Durban’da buluruz dedik ama pek başarılı olamadık. Sadece tedavi edici üç hap şeklinde alınan “Fansidar” diye bir şey bulduk ama onunda prospektüsünde “ölüme sebebiyet verebilir” yazıyor. Aslında hatayı, ilaçları malarya bölgesinde aramamakla yaptık.
Söylediklerine göre, bütün bu ilaçlar içinde en ehveni şer-i; “Malariam” denilen, haftada bir tablet içilen, tedavi edici yapısı özelliği de bulunan ilaç. Ama onu bulamadık, meğerse İnhambane’de çok ucuza varmış. İngiliz-Güney Afrikalı Antuan bulmuş. Bir de antibiyotik bir şey var; “Doxycyl” o da bir noktaya kadar etkili ve yan etkisi, bildiğimiz antibiyotik yan etkileri. Doxycyl’i Durban’dan almıştık ama nedense kullanmadık. Dün Arzu buradaki içinde yirmiden fazla çeşit olmayan eczaneden “Coartem” isimli tedavi edici bir şey buldu. Anladığımız kadar pek yan etkisi de yok. Bu Antuan arkadaş, iki kere malarya geçirmiş ve bu ilaç ile tedavi olmuş.
Türkiye’den Afrika’ya tura gidenlere, bizim bazı acentalar, yan etkisi yok falan diye bazı ilaçlar tavsiye edip içirtiyorlarmış. Millette sanırım güvenip içiyor. Bir rehber arkadaş bile öyle olduğunu sanıyordu. Bu koruyucu ilaçlar her tipe karşı korumuyor, o da ayrı bir konu. Karaciğeri darmadağın eden bir koruyucu ilacı günlerce içip, üstüne hasta olmakta var. Bir de bu ilaçları alınca alkol falan almamak lazım, tatile çıkmışsın, bir bira bile içmeyeceksin de ne yapacaksın…
Aslında konu ciddi, Türkiye’de artık malarya yani sıtma kalmadığından, sanırım, doktorlar da bu konuda biraz bilgisiz. Hatırlanırsa geçen yıllarda, anlı-şanlı özel hastanelerimizin birinde, olayı anlayana kadar adamı öldürmüşler, sonra da gazetelerde “Afrika’da sinek soktu, öldü” diye haber olmuştu. Sıtma olunca tipini de anlamak ve doğru tedavi için bazı testler lazım diyorlar ama bu testler sanırım Türkiye’de bulunmuyor. Özet olarak, önce sokulmamaya çalışacaksınız, ki gördük ki imkansız, sonra da sokan sineğin hastalık taşıyıcı olmaması için dua edeceksiniz. O da olmazsa tedavi edici ilaçlar var. Bizim yöntemimiz bu. Tanıştığımız bir sürü insan, özellikle çok gezenler, bizim gibi hiç bir ilaç almıyorlar. Ölmez isek sonucunu anlatırız. Altı ay içinde belli olur. Son olarak tüm bunlar benim kişisel gözlemlerim ve en iyisi bu konularda tropikal hastalıkları bilen bir doktora danışmak.
Şnorkel turu
Vilanculos’da altıncı gün şnorkel turu ile geçti. Daha önce konuştuğumuz İngiliz dördüncü kişiyi bulamayınca, Antuan’ın daha önce tur yaptığı ve tekrar etmek istediği Rodriguez’i aramış ve anlaşmıştık. Sabah Rodriguez bizi aldı ve tekneye götürdü. Bizden başka, Almanya’dan yola çıkıp, Türkiye üzerinden buralara kadar gelmiş bir çift, İtalyan yaşlı çift, bir Alman kız, Antuan, Tofo’da tanıştığımız yaşlı gezgin Jubert olmak üzere dokuz kişiyiz.
Sabah fırtına yağmurunu bırakıp kuzeye doğru ilerledi ama diğer fırtına bulutları da ufukta gözüküyordu. Tekne mürettebatı üç kişi idi. Yola çıkarken motorla biraz açılıp yelkenleri açtık. Bu sırada elemanlar tekneyi bir kayaya bindirdi. Sonunda yelken açıldı, motor içeri alındı ve bir buçuk saat süren yolculuk başladı. Hedefimiz Benguerua adası, adanın üzeri kapalı gözüküyor. Bitişikteki Magaruque adası ise pırıl pırıl güneş altında.
Adaya varıp kıyıya ayak basmamız ile sağanak bir yağmura yakalandık. Ama herkes mayoları falan giydiğinden olayın keyfini çıkardık. Zaten yağmur hemen geçti ve güneş açtı. Biz de maske-şnorkel ve paletleri kuşanıp denize girdik, balıkları seyre daldık.
Bu şnorkel olayında sırta çok dikkat etmek lazım, balıkların, mercanların büyüsüne kapılıp haşlama olmak an meselesi ve bize de, bir kez daha, öyle oldu. İki sene önce Borneo’da Sipadan adasında yine başımıza gelmişti. Akıllı Jubert Amca tişörtünü giydi. Sonra ben de onun gibi yaptım ama iş işten geçmişti. Benguerua adasında balık ve yengeçten oluşan yemeğimizi yedikten sonra, mürettebat tip koparmak için bizi bir de Magaruque adasına götürdü. Burada akıntı çok fazla ve görüş daha azdı ama bir sürü balık gördük. Adadan ayrılırken yine yağmura yakalandık, duşumuzu da böylece aldıktan sonra geri dönüş başladı. Bonus olarak bir de gökkuşağı çıktı… Süper bir gezi yapıp kıyıya döndük. Her pazar olduğu gibi köy halkı sahil boyunca fiesta yapıyorlardı
Güney Afrika’ya dönüş
Yedinci gün Vilankulo’dan Johannesburg’a uçtuk. Burada iki gün kalıp Namibya vizesini aldık.