Sabah hazırlıklarımızı yaptık, üç gün sonra İnle’de elimize geçecek olan büyük sırt çantalarımızı bıraktık. Bu sırada İnle’de kalacağımız yere rezervasyon yaptırmaya çalıştık ama önce aramızda pek anlaşamadık, sonra telefonla Mingalar Inn’i aradılar, yine durum kesinleşmedi ama sırt çantalarını oradan alacağız.
Epey bir oyalandıktan sonra rehberimiz Rambu’nun peşinde tam yürüyüşe başladık, koşarak bir kişi daha geldi. Böylece, Hollandalı Rene’de ekibe katıldı. Gece çok geç vakit gelmiş, son anda bu yürüyüşe katılmaya karar vermiş. Grubumuzda ayrıca üç İspanyol, bir Avusturyalı çift, Amerikalı “fenomen” Eric var. İki İsviçreli ise öğle yemeğine kadar bizimle gelecek sonra da geri dönecekler. Aşcımız ise önden çıktı biz mola yerine varana dek kestirmeden gidip yemekleri hazırlayacak.
Ekip tamam..
Grupta İspanyollar ve Rene yürüyüşe alışık, iyi bir ritm tutturdular, ben de hızlı yürüdüğüm için onlara katıldım. Dağları tırmanmaya başladık. Rehber Rambu gayet yavaş, yol çatallaşınca mecburen bekliyoruz, arkalardan geliyor rotayı söylüyor. Bir tepeye ulaşınca mola verdi. Yarım saat çimlere uzandık. Sonra beş dakika daha yürüdük, Rambu restorana geldik dedi. Rambu’nun yavaşlığının nedenini böylece anladık, saat daha 11 bile olmadı. Biz böyle motor gibi yürüyünce, Rambu’nun planlarını bozduk, yemek molasına erkenden vardık.
Aslında bu yürüyüş turu, dağlarda, köylerde gezinti mantığıyla hazırlanmış ama çoğunluk tempo yapınca, işin rengi değişti. Sonraki günlerde Rambu bizi yavaşlatmaya çalıştıkça, biz daha hızlı yürüdük.
Öğle yemeği, bizim Karadeniz tepelerine benzeyen bir yerde oldu. İçinde mearu olan kabak ezmesini, Hindistanda olduğu gibi çapati denilen tandır ekmeği eşliğinde yedik. Tatlı olarak çok lezzetli bir un helvası yedik. Her yerde olduğu gibi “sınırsız” Çin çayı olaya eşlik etti.
Palang köyü
Yemekten sonra biraz daha yürüdük ve bir Palang köyüne geldik. Köyde manastırı ve okulu ziyaret ettik, köyün içinde süpürge yapan kadınları gördük. Anlaşıldığı kadarıyla bu süpürgecilik, çay dışında köyün önemli gelirlerinden. Köy pek fakire benzemiyor. Yeni evler yapılmış. Son olarak bir köy evine konuk oluyoruz. Evin önünde kurkuma -zerdeçal- kurutuyorlar. İçi turuncu bir kök. Elimi hemen boyadı, iki günde çıkmadı.
Ahşap binanın üst katına çıkıyoruz. Büyük bir oda; saydık, içerde 40 tane pirinç çuvalı var. Bu kadar pirinç bir kaç ayda bitiyormuş. Adamın dokuz çocuğu varmış, hepsi evlenmiş. Başlık parası 200 dolar kadar bir şeymiş, geçenlerde bir adam geline 1000 dolar başlık vermiş.
Bir kez daha yazayım Myanmar fakir bir ülke ama Afrika kadar da değil. Zaten evlerin durumundan bu anlaşılıyor.
Köyü çıkınca çaylıkları görüyoruz, yine Hindistan gibi burada da çay bayağı yüksek bir rakımda yetiştiriliyor. Karadeniz’de bu olmuyor. Köylüler çayı fırında ısıtıp fermante ediyorlar, sonra güneşte kurutup, demlenecek hale getiriyorlar.
Hava kapalı, çok sıcak değil, bu da yürümemizi kolaylaştırıyor, yağmur yağacak gibi ama yağmıyor. Tren yoluna geliyoruz, Rambu’nun dedeleri bu rayları döşemek için ta Hindistanlardan buralara gelmişler.
Bir başka köye uğruyoruz, büyük bir dibekte pirinç taneleri döven bir kadına rastlıyoruz. Rambu bize de denetiyor ama çok da kolay bir şey değil. Sonra köyde bir evin önünden geçerken su alabileceğimizi söylüyor. Sanırım Rambu köylülere bir katkı olsun diye köylerden alışveriş yapmamızı istiyor, ama herkesin suyu falan var, bir de yürürken daha fazla ağırlık yüklenmek istemiyoruz. O da zaten bunu çok çekingen söylüyor. Garip bir ortam oluşuyor, köylülerle dakikalarca boş boş karşılıklı bakışıyoruz. Ben bu ortamdan hemen fotoğraf çekme bahanesiyle ile uzaklaşıyorum. Sonunda bir iki kişi, bir kaç şişe su alıyor da rahatlıyoruz. Bu olay her köyde tekrarlanıyor.
Daha sonra mandaları güden köylüleri görüyoruz. Bu hayvanları sadece tarla sürmek için kullanıyorlar, kesinlikle etinden ve sütünden yararlanmıyorlarmış. Etini anladım da sütünden yararlanmamak bana pek mantıklı gelmedi. Ben mi yanlış anladım diye diğerlerine sordum, doğru anlamışsın dediler.
Rambu isterseniz yolu biraz uzatalım, Şaman’a uğrayalım diyor. “Elbette, neden olmasın” diyoruz ama onca yolun üzerine o yokuşu tırmanmak bayağı zor oluyor. Şaman’ın etrafında bir halka yapıyoruz, amcam bize bazı doğal ilaçları sunuyor, ben sadece gözüme kestirdiğim birini zar zor denedim ama yolculuk arkadaşlarım, özellikle İspanyollar, bedava, belki bir işe yarar diye her şeyi içtiler.
Sonra o yokuştan aşağı inip tekrar tren yolunu takip edip bir istasyona geldik. Rambu, istasyonda bulunan bakkalın buralarda bulunan tek alışveriş yeri olduğunu, suları vesaire tedarik etmemiz gerektiğini söyledi. Sabah köylerde 300 kyat olan büyük su burada 500 kyat idi. Artık, hava kararmıştı, iki kilometre daha yürüyüp bir köye geldik. Kalacağımız eve doluştuk. Ev tüm köylerde olduğu gibi kazıklar üstünde. Geniş ana bölüm biz turistlere ayrılmış, yanda ailenin kaldığı bir oda daha var.
Köy evinde geceleme
Hemen sofra kuruluyor, yoldan geldiler, bunlar açtırlar muamelesi yapılıyor ama her durduğumuz yerde bir şeyler atıştırdığımızdan kimse de açlık falan yok. Hem daha saat erken ama yapacak başka bir şey de yok. Bu elektrik ve suyun olmadığı dağ köyünde mum ışığında akşam yemeğini yiyoruz. Yemek sırasında Eric’in kimseyi tınmadan kaçırdığı sesli gaz salvoları bayağı bir mevzu oluyor ama o ruh gibi hiç bir şeyin farkında değil. Ya da öyle davranıyor, hala kimseyle doğru dürüst konuşmuyor, peşimize takıldı geliyor.
Yatakları sıra sıra dizmişler, biz 8 kişiyiz ya, iki kişilik dört tane şilte ile olayı halletmişler. Rambu’ya “hep böyle mi oluyor?” diye soruyorum. “Evet” diyor. Başka yatak yok diye de ekliyor. “Daha kalabalık gelsek ne olacaktı?” diye soruyorum, “O zaman başka evlere dağıtacaktık” diyor. Grubumuzda, sekiz kişinin ikisi kız, onlar da erkek arkadaşları ile beraber, geriye biz dört tane erkek kalıyoruz. Şakayla karışık “ama ben bu heriflerle birlikte yatmak, hele Eric’le hiç istemiyorum” diyorum. Bakıyorlar kararlıyım. Köşedeki çuvallardan bir kaç battaniye çıkarıyorlar, bunlar var ama sert olur diyorlar. Sanki yatak diye koydukları şilteler kağıt inceliğinde değilmiş gibi. Tamam diyorum. Karşı köşeye yatağımı yaptırıyorum. Bu diğer elemanları da rahatlatıyor. Eric en son köşeye gidip, yorganı başına kadar çekip hemen uyumaya başlıyor ya da uyur gibi yapıyor.
Burada banyo falan yapma imkanı yok. Tuvalet; çocukluğumda, dedemlerin köyünde olduğu gibi evin dışında, bahçede. Herkes elbiseleri ile battaniyelerin altına giriyor. Sanırım sonra köylüler gecenin soğuk geçeceğini düşünüyor, köşedeki büyük hurçlardan bir sürü yorgan çıkarıp bize dağıtıyorlar. Salak gibi benim de aklıma bir tanesini altıma koymak gelmiyor, daha doğrusu gece üç gibi falan geliyor. Bu arada Hindistan, Tunus ve Afrika’da bana eşlik eden, Şişliden 15 liraya aldığım kapşonlu kalın sweatshirt, gecenin soğuğuna karşı bayağı işe yarıyor. Gündüz sırt çantasında biraz ağırlık yaptı ama bazen çok terleyince ve serin olunca giydim.
Yani buralara gelirken, tropikal falan diye düşünüp dımdızlak gelmeyin. Böyle bir şey, bir polar mutlaka gerekiyor. Gece hartamadan yapılmış duvarlardan her türlü hava akımı giriyor. Ses ve soğuk uyumayı, o kadar yorgunluğa rağmen, bayağı zorlaştırıyor. Tam uykuya dalacakken de sabah oluyor.
Yürüyüş rotasını GPS ile kaydediyorum. Bugün 17 kilometre kadar yürüdük.