Kahvaltıda, Avusturyalı Martin ile tesadüfen aynı masaya oturduk. Türk olduğumu duyunca çok sevindi. Türkiyeyi motosiklet ile dolaşmış. Özellikle Karadeniz’de insanlar evlerinde misafir etmişler. “Sen de mi Karadenizlisin? çok iyi insanlar” diye bir sevinç içinde kız arkadaşını çağırdı. Aynı koğuşta kalıyoruz, dün akşam banyoyu sormuştum, İngilizce aksanından İspanyol olduğunu anlamış ama İspanyolca konuştuğumu söylememiştim. Neyse Ana geldi. Martin de İspanyolca konuşuyormuş. Ortak dilimiz belli oldu.
Bana “bugün ne yapıyorsun?” diye sordular. Şimdi, Rio de Janeiro hakkında şöyle genel bir fikrim var ama; tam olarak nerede ne var, nasıl gidilir falan, ne okudum, ne araştırdım. “Valla, tek düşündüğüm, plaja gidip üç dört gün yatmak, sonra da dönüş uçağı için Sao Paulo’ya gitmek” dedim.
Onlar Rio’nun simgesi, şu meşhur, İsa heykeline gideceklermiş. Bir arkadaşları ucuza gidilecek yolu biliyormuş falan anlatıyorlar. Ben İsa heykeline trenle çıkıldığını, epey pahalı olduğunu duymuştum ve hiç gitme niyetim yoktu. Martin onlara katılmam için ısrar edince “eh” dedim “hadi gidelim bari”. Daha sonra başıma gelecekleri bilseydim, paşa paşa Copacabana sahiline gider, deniz kenarında kızarırdım.
Martin, önce beni dün akşam yolunu öğrendiği Copacabana plajına götürdü. Ben de “bu muymuş!” dedim. Deniz dalgalı ve pis, plajın arkası binalarla kaplanmış ve tangalı kızlar da ortalıklarda yok. Antalya, Konyaaltı buna bin basar. Plajdan bizimkilerin arkadaşlarının çalıştığı hostele gittik. Çocuk onlara bir şeyler anlattı. Ben kendimi Martin ve Ana’ya teslim ettim. Kafamı gereksiz detaylarla yormak istemiyorum.
Macera başlıyor
Neyse yürüyerek, fotoğraf çekerek yola çıktık, bir yere geldik, karşımıza bir tünel çıktı. Ana’ya “gideceğimiz yer çok uzak değil mi? birilerine sorsak” dedim. Zaten bayağı sakat yerlere geliyoruz. Üzerimizde fotoğraf makineleri, paralar… Soymasınlar buralarda, malum dünyanın en tehlikeli olduğu söylenen sokaklarındayız.
Köşedeki temizlik görevlilerine sorduk. Bir tanesi “hayır böyle gidemezsiniz, pek güvenli olmaz” dedi. Sonra, sağ olsun, bizi iki sokak ötedeki otobüs durağına kadar götürdü.
Adamın söylediği otobüse bindik gidiyoruz, Ana son model Motorola Android telefonu ile fotoğraflar çekiyor ve tüm millet bize bakıyor. “Ana” dedim “burası Brezilya, o telefonu çok göstermesen iyi olur”. Martin de onaylayınca bu tehlikeyi de böylece savuşturmuş olduk.
Bir durak erken inince, epey bir fazladan yürüyerek İsa heykeline çıkılan Tijuca Milli Parkının girişine vardık. Parkın içinde bir ufak suya bizim paramızla beş lira istenince, o sıcakta, bir o kadar geri dönüp, bir süpermarketten suları aldık. Gülle gibi ağırlaşan sırt çantaları ile tekrar parka döndük.
Ben hala olayın farkında değilim, baktım zor olur “veririm parayı, binerim trene” diye düşünüyorum. Çünkü aşağıdan bakılınca o tepeye yürüyerek çıkmak pek akıl işi gözükmüyor.
Hafiften yürümeye başladık, ben “ee, hani tren nerede?” diye bir görevliye sordum. Adam “oo, o öbür tarafta kaldı, yürümekten başka çaren yok” dedi. Bu arada Martin “hadi, sen Türksün, Türkler güçlü olur” diye bana gaz veriyor. Ben de “o Türkler, bir senin Viyana’yı bile alamadılar” diye kaçış noktaları arıyorum.
Martin ve Ana sportif tipler, motor, dağcılık, yüzme, resmen olimpiyat sporcuları. Girişte bir tabela var. Üç kilometre mesafe, 700 metre yükseklik yazıyor. İki buçuk saat yürünüyormuş. Zorluk derecesi bir hayli fazla imiş.
Neyse yürüyüşe başladık. Şehrin göbeğinde resmen bir Amazon ormanı var. Bir anda bambaşka bir ortama girdik. Yol rahat. O sırada karşıdan yaşlı bir amca geldi. Yolun ilk bölümü kolay ama ikinci bölüm zor sayılır dedi. Ben “iyi, biraz gideyim, olmazsa, yarı yoldan dönerim” diyerek devam ettim.
İlk önce önümüzden upuzun iki tane karayılan geçti. Martin yılanları görmek için çorta daldı. Çort, bizim köyde dikenli, mikenli yoğun bitki oluşumudur. Sonra ufak maymun cinsi hayvanlar teşrif ettiler. Kertenkele cinsi, yarım metre boyunda, iguana mıdır, bir hayvan da gördüklerimiz arasında oldu. On adım ötede ise on beş milyonluk bir metropol var, daha doğrusu onun tam ortasındayız.
Dedikleri gibi bir süre sonra yol dikleşmeye, ben de kesilmeye başladım. Sağ olsun çocuklar beni beklediler. İkinci molada iki kız iki erkek dört değişik ülkeden Lapa’dan bir hostelden elemanlar bize yetiştiler. Sonra hep birlikte devam ettik. GPS’den baktım 400’üncü metredeyiz, sırada daha tırmanacak üç yüz metre, aşağıda muhteşem bir manzara var.
Biraz ilerleyince tren yoluna çıktık. Ben herhalde burada durak vardır trene binerim artık dedim ama tren çuf çuf ederek önümüzden yürüdü gitti. Daha sonra öğrendik ki, asıl güzel manzarayı görmek için tren yolunu izlememiz lazımmış, ama biz doğrudan tekrar ormana daldık. Karşımıza bir duvar çıktı. Ben “yok artık” dedim. Neyse ki yana zincir koymuşlar, tırmanışı kolaylaştırmak için. Çocuklar yardım edelim dediler. Buraya kadar gelmişim “olmaz” dedim. Yükseklik korkusu olan ben, orayı da tırmandım. Neyse ben geriden oflaya puflaya onları izlerken, yukarıdan sevinç sesleri geldi. Asfalt yola varmışız. Son yokuşlar asfalt olduğundan daha kolay oldu.
Sonunda zirveye çıkma
En tepede, İsa heykelinin bulunduğu yer turist kaynıyor. Fotoğraf çekenler genellikle yere yatıp heykeli ile arkadaşlarını tam kareye sokmaya çalışıyor. Bu arada bulutlar bir geldi, bir gitti. Güzel görüntüler oluştu. Buradan Rio de Janeiro güzel bir şehir olarak gözüküyor.
Meraklısı Wikiloc gezi rotası için buraya tıklayabilir
O kadar dağı tırmandık da ne oldu.. İsa’nın yanına varmak için yine 18 real giriş parası ödedik. Trenle gelsek 40 real gibi bir şeydi. Neyse, en azından bu bilet ile dönüşte minibüsle belli bir yere kadar indiriyorlar. Oradan da yokuş aşağı iki kilometre otobüs durağına yürüdük. Belediye otobüsü ile merkeze indik. Sonrası metro ile hostele döndük.
Kadınlar günü
Bugün “Dünya Kadınlar Günü” nedeniyle metroda kadınlara özel gişeler ve vagonlar yapmışlar. Her bilet alan kadına bir de gül veriyorlar.
Üçümüz akşam yemek için dışarı çıktık. Martin yolda bir kadına “nerede ucuz ve güzel yemek yeriz?” diye sordu. Kadınla konuşurken Yunan asıllı olduğu ortaya çıktı. Kadın, sanırım Türküm diye önce bana biraz soğuk davrandı. Sonra kadına gel bizimle en azından bir bira iç dedik. O da bizi ucuz olduğunu söylediği bir yere götürdü.
Oturduğumuz yer bir özelliği olmayan, sıradan, kaldırımda derme çatma masalar, deniz ürünleri ağırlıklı bir yerdi. Fiyatlar ise ateş pahası. Bir tabak yetmiş, yüz lira arası. Menüyü görünce Martin ile Ana’nın moralleri bozuldu. Birer bira içip kalktık. Yunanlı kadının birasını ben ısmarladım ve o da artık Türkleri sevmeye başladı. Sonra yine ucuz olmayan ama ehveni şer bir pizzacı bulup karnımızı doyurduk. Brezilya son yıllarda fiyat olarak uçmuş durumda. Bunu daha önce de yazdım, zaten.
harika, tek kelime 🙂 özellikle o tırmandığınız yer tam hayallerimdeki yer sanki.