Dün gece Koray’la hostele bayağı geç döndük. Kapıyı bir şekilde açtırıp kendimizi koğuşa attık. Bugün yapacak bir şey yok. Havada acayip puslu. Doğal olarak geç kalktım, hazırlıklarımı yaptım. Sırt çantasını tam saat on ikide emanete bıraktım. Çıktım şehirde bir tur daha attım, bir şeyler yedim. Terminale gitmek için hostele döndüm. Koray cholitaslara gitmek için minibüse binmiş, vedalaştık.
Terminalden hostele gelmesi kolay da o yokuşu sırt çantası ile çıkmak bayağı zorluyor.
Hijyen
Terminalde, durumları Bolivya için iyi sayılabilecek bir aileyi seyrederken, aklıma Türkiye’de çocuklarını, pis diye evde halının üzerine bırakmayan arkadaşlarım geldi. Ailenin küçük çocuğu parke yani “temiz” alanda neşe ile koşuyor, bu arada sık sık yere düşen emziğini emmeye devam ediyordu. Anne ve babası ise bu olayı yine neşe içinde izliyorlardı. Hemen iki adım öteden, tuvaletten çıkanların buradan geçtiklerini söylememe gerek yok sanırım.
El Dorada, otobüsü oldukça döküktü ve söyledikleri gibi tek sıra koltuk değildi. İtiraz edecek oldum, anlamamazlığa geldiler, bileti alırken pazarlık etmediğime pişman oldum. Ama bu tür ülkelerde böyle. Otobüs tam zamanında, saat on yedide yola çıktı.
Hayatımın en uzun yolculuğu
Böylece üç tam gün sonra Rio de Janerio’da bitecek yolculuk başlamış oldu.
Önceki gün Rio’ya direkt giden otobüs için fiyat sorduk 160 dolar istediler. Aslında bunda da bazı şehirlerde ve sınırda araç değişimleri oluyor ama bu geçişleri onlar ayarlıyorlar. Hem otobüslerin kalitesine güvenemedim hem de parça parça gitmek daha ucuza çıkar diye hesapladım. (Sonuçta fiyat olarak hemen hemen aynı oldu)
Otobüs El Alto’da bayağı bekledi. Tüm seferler aynı anda çıktıkları için, yol tamamen tıkanmış. Burada otobüse dev çuvallarla bir sürü insan bindi.
Gece yarısı Cochabamba’dan geçtik. Gayet düzenli bir şehire benziyor. Dünyanın en büyük, Rio’dakinden bile, İsa heykelini böylece görmüş oldum.
Santa Cruz
Kah uyuyarak kah etrafı seyrederek geçen bir yolculuk sonunda, sabah sekize doğru Santa Cruz’a vardık. Bu bölgeye yaklaşınca dağlardan ovalara indik. Şehrin adı her ne kadar Santa Cruz de la Sierra, yani “Sıradağların Kutsal Haçı” da olsa, rakım 428 metre, yani yaklaşık 3500 metre aşağı indik. Burada coğrafya tamamen değişik. Her yer yeşil, uçsuz bucaksız tarım alanlar, traktör ve tarım makineleri satan modern yerler. Koray söylemişti, doğruymuş, yarım saatte, tüm Türkiye’deki ciplerdan daha fazlasını burada gördüm. Santa Cruz dünyanın en hızlı gelişen 14. şehri imiş, nüfus 2 milyona yaklaşmış. Şehir merkezine varınca her yerde merkezi solcu hükumete karşı afişler, sergiler görülüyor. Bu bölge zengin ve tutucu, ve bu zenginliği Bolivya’nın fakir kısmı ile paylaşmak istemiyorlar. Sık sık ayrılıkçı gösteriler oluyor.
Eski zamanlarda bu bölgede Cizvitler çok güçlü imişler. Onlardan kalan tarihi yerler, yapılar UNESCO kültür mirasına dahiller. Bölgede günümüzde modern tarikatlar ve misyonerlerin yoğun aktiviteleri var. San Jose tren istasyonunda gördüğüm işci tulumlu, mavi gözlü, kırmızı yanaklı, sarışın iki çiftçi, Amerika Birleşik Devletlerinin güneyinde geçen bir filmden fırlamış ve o an kiliseye gidecek gibi duruyorlardı. Yine Sanat Cruz tren istasyonunda tanıştığım, gömleği, pantolonu, hatta sırt çantası ütülü, tertemiz, mavi gözlü, sarışın, güleç Alman, Namibia’da tanıştığım misyoner Amerikalının ikiz kardeşi gibiydi.
Şehre varınca önce sırt çantamı emanete bıraktım. Otobüs terminali ve tren istasyonu aynı binada. Önce otobüs araştırması yaptım. Uygun bir şey bulamadım. Direkt Rio sordum, La Paz’dan aldığım fiyatın aynısını verdiler. Ben de Brezilya sınırına yani Quijarro şehrine saat 16.00’da kalkan “Ölüm Treninden” bilet aldım. Ölüm treni adı bir zamanlar bu trenle yolculuk yapanların ölümcül hastalık Sarı Humma taşıması nedeniyle verilmiş. İyi ki trene bilet almışım, bu aralar çok sık rastlandığı üzere yine protesto için yol kesmeler varmış. Bu yol kesmeler olduğunda ne zaman açılacağı belli olmuyor. Bir de bu güzergahta şiddetli yağmur falan yağdığında yol ulaşıma kapanıyormuş. Bu aralar hava iyi ama, tropikal iklim, ne olacağı belli olmaz.
Sonra istasyondan duraktan bir taksi ile şehir merkezine yollandım. Santa Cruz güvenlik açısından biraz sakat bir yermiş. Resmi olmayan taksilere binmek pek tavsiye edilmiyor. Gerçi dönüşte başka çare kalmayınca bindim. Ama yine de dikkatli olmak lazım. Zaten taksiciye de şehrin en büyük problemi ne diye sorduğumda, “gereksiz yere adam öldürmeleri” dedi.
Şehir merkezinde, saat dokuzda, Plaza 24 de Septiembre’in köşesinde bulunan Cafe 24’de Gönenç ile buluşacağız ve tanışacağız. Gönenç, Koray ile yola çıktı. Zorlu Paraguay macerasından sonra İspanyolca öğrenmek için Santa Cruz’da kaldı. Maceraları Koray’ın blogunda.
Buraya erkenden varınca, Gönenç gelene kadar katedrali gezdim. Kulesine çıktım. Girişe öpüşen bir çift fotoğrafı koymuşlar, “Katedral, tanrının evidir, müstehcen hareketlerde bulunmayın” yazmışlar. Arkada inek heykellerinden oluşan modern bir açık hava sergisi varmış, onu fotoğrafladım. Zamanı doldurdum. Sonra kahveye geçip kendime güzel bir kahvaltı söyledim.
Gönenç geldi ama durumu hiç iyi değil, boğazı şişmiş zor konuşuyor. Antibiyotik alması lazım ama reçeteye ihtiyacı var. Kaldığı yerden bir hastaneye gitmesini söylemişler. İspanyolcası hala çok iyi olmadığından derdini anlatacak birine ihtiyacı var. “İyi dedim, ne güzel, Bolivya sağlık sistemi nasıl çalışıyor, öğreneceğiz. Turist modunda aptal aptal pazarları dolaşmaktan daha iyi. Hadi birlikte gidelim”. Zaten onu götürecek eleman da ortalıkta yok.
Bolivya’da hastahaneler
Acile gittik. Hemen ilgilendiler ama tüm olayı muayene odalarının kapısında bulunan bekçi kadın idare ediyor. Önce bizi hemşirelere götürdü. Derdimizi anlattık, sonra kaydımızı yaptırdık. Salonda beklemeye başladık. Bir on dakika bekledik, kadın bize, sanki keyfimizden bekliyormuşuz gibi “hadi, ne bekliyorsunuz orada” dedi. Tekrar aynı odaya girdik.
Sistem biraz değişik. Muayeneyi hemşireler yaptılar. Sonra içeri doktora gidip durumu anlattılar. Oradan gelen direktiflere göre de reçeteyi yazdılar. Yani doktorlar hastayı görmüyorlar, uzaktan kumanda işi hallediyorlar. Ya da bizim durum, önemli değil diye gerek duymadılar.
Hastanenin hemen karşısında bulunan eczanelerden ilaçları aldık. Bu tür ülkelerde olduğu gibi haplar sayı ile veriliyor. Zaten kutu ile hap verip, çöpe atma işi bir tek bizde var galiba. Çok zengin ülkeyiz ya ondandır.
Sonra hostele dündük, Gönenç’e bir şehriye çorbası yaptık, lafladık derken tren saati yaklaştı. Dışarı çıktım, resmi taksi arıyorum, bir tane geçmiyor. Gönenç de geçen burada yaşayan bir Türkü taksicilerin soyduğunu anlattı. Neyse, merkeze yürüdüm, yine yok. Sonunda, aman bırak pimpirikliği dedim, geçen bir korsan taksiyi durdurup istasyona gittim.
Zamanı geldi, trene bindik. Tren gayet temiz, koltuklar rahat. Yolculuk, bir aksilik olmazsa on altı saat sürecek. Gece yarısı televizyonları kapatana kadar bir sürü film koydular. Zaten bu yolculukta otobüslerde, trende ömrümde izlemediğim kadar film izledim. Ölüm treninin adı kalmış. Gayet rahat bir yolculuk oldu.