“İneğe sahip ol” nasıl yani? Yok plajın adı.. “haa!..” Baracoa’da ev sahibi ile konuşurken olay böyle başladı. Küba’nın bir ucuna gelmişim, artık ne yapsam, Baracoa’da da deniz nanay derken, ev sahibim Guardalavaca’ya git, plajı süper dedi. Aslında bir arkadaşın önerisi ile Puerto Padre’ye gitmeyi planlıyordum. Hadi Guardalavaca olsun dedim. Tamam gitmeye karar verdim de, nasıl gideceğim? Haritaya baktım. Holguin’e gitmek lazım. Oraya gitmek için Santiago’ya gitmek lazım.. yani bir nevi kulağı tersten göstermek gibi. Yok mu bunun kolay yolu dedim. Transgaviota çarşamba ve cumartesi günleri otuz cuca gidermiş, aradık çarşamba seferleri kaldırılmış. Başka seçenek, turistler ciplerle anlaşıyormuş, cipler de otuz kırk ne tuttururlarsa, onları araştırdık, hepsi dolu. (iyi ki dolu imiş)
Konuşurken, sonunda ev sahibi baklayı ağzından çıkardı. Kübalılar gibi ciple Moa’ya gidersin, oradan da Holguin’e devam edersin dedi. Fiyat, Moa’ya elli peso, yani iki cuc ama senden en az beş alırlar dedi. Aha bir kıl durum daha, ama olsun dedik. Oradan ilerisi de dört cucmuş.
Gitmeden bir gün önce Camilo geldi, yarın program ne dedi, cip terminali dedim. İyi fikir de Moa yolu çok kötü diyor, ev sahibi de söyledi diyorum. Aslında terminale yürüyerek giderim ama eleman sabahın beşinde kalkıp bir saat incilini okuduktan sonra çalışmaya başlıyormuş. İyi gel beni götür, iki cuc kazan dedim.
Camilo dün sabah biraz gecikmeyle de olsa geldi. “Kübalılarda oldu ama turistlerde hiç geç kalmadım, hep erken geldim” diyor. “Olsun” diyorum, ben de rehberlik hayatımda böyle bir kaç transfer kaçırmıştım 🙂
Saat yedide erkenden ev sahibimin dediği gibi terminale varıyoruz. Cip terminalinde bir büyük kamyon var, sanırım çok ucuz, Camilo bu hemen dolmaz, geç kalkar, hem de rahat değil dedi. Gerçi bizden önce kalktı ama yolda onu geçtik. Bu kamyonlar kısa ve orta mesafe kasabalar arası taşımacılıkta kullanılıyor, eskiden “deve” denilen tırların çektiği römork kamyonlar varmış, onlar artık pek görülmüyormuş. Beş altı tane sırt çantalı kamyona binince acaba dedim ama sonunda ciple gitmek iyi oldu.
Cipe varınca contador dedikleri tellal, beş cuc dedi, ben de dört dedim, anlaştık. Biraz sonra bir Alman çift geldi, onlara da artık dört dedi. Aslında inat edip iki versek olurdu herhalde. Zaten ödemeyi yaparken, Kübalı bir kız bana, sana para üstünü eksik verdiler dedi. Ben de “biz turistlerden iki katı alıyorlar, burası Küba” diye serzenişte bulununca bir suskunluk oldu. Özellikle az önce iki cuca “oha” diyen adam hep bir dumur vaziyetinde kaldı.
Yola çıkarken şoför tellal az para verdi galiba, adam biraz tartıştıktan sonra şoföre pis pis bakmaya başladı. Genç şoför de ona “bir daha iyi çalış” diye fırça attı. Belki de bizi çok kazıklayamadı, onu beğenmedi. Önde oturan kadın da tipik soför yalakalığı ile bilmem ne köyündeki contadorlar sürekli bağırıyorlar dedi.
Yola ancak saat sekizde çıkabildik. Yolda yağmur yağınca, iyi ki pimpiriklik yaptım, sırt çantalarını içeri alalım dedim yoksa her şey sırılsıklam olacaktı. Yol yaklaşık bir buçuk saat sürdü, tamam delik deşik ama söyledikleri kadar kötü değildi, daha kötülerini de gördük.
Moa’ya varınca, bir cipci geldi, Holguin dört cuc diyerek normal fiyatı söyleyince, ben Guardalavaca’ya kadar kaça götürürsün dedim. Almanlarla üç kişi olduk. Eleman kırktan başladı, üç kişi yirmi beş’e düşünce ok dedik, yola çıktık. Sonuçta adam başı on iki’ye Baracoa’dan Guardalavaca’ya en çabuk biçimiyle gittik.
Bu cipte dolmuş gibi normal koltuklar vardı, yol da çok iyi idi, kolay bir yolculuk oldu. İki buçuk saatte Holguin’e vardık, yolcuları bıraktık, altmış kilometre daha devam ettik. Cip bizi yol kenarında, toki evleri gibi bir yerde bıraktı. Burası dedi. Açıkçası üçümüzde bir boş boş baktık, plaj kenarı, tipik bir sahil kasabası beklerken…
Evlerden birinden Hollandalılara benzeyen Kübalı bir kadın çıktı, oda yirmi beş dedi. On beşten yukarı veremem deyince, gel dedi, beni yandaki eve götürdü. Banyo ortak, nem kokusu var ama, idare eder. Hemen, yemek için uzaklaşan Almanları çağırdım, bitişik odayı da onlara on beşe bağladık. Eve yerleştik.
Burada deniz kenarını “her şey dahilci” oteller kapmış. Öyle kasaba falan yok. Denize bir kilometre yolun kenarında bir sıra toki evleri var, onların da çoğu oda kiralıyor, bir de üç beş dükkan, bir restoran ve büfeden oluşan bir alışveriş birimi var. Evlerin hepsi tepeden tırnağa hapishane gibi demirlerle kaplı. Kadına “burada çok mu hırsızlık oluyor?” diyorum, “yok olmaz, güvenli buralar” diyor. “İyi de niye böyle” deyince. “Sizin güvenliğiniz için” diye cevaplıyor.
Sonra üçümüz çıktık, ev sahibesinin tavsiyesi ile yarım kalmış otobanın ilerisindeki restorana gittik, adı galiba Compay Carlos idi. Baktık fiyatlar yüksek, tam çıkıyorduk, siparişleri alan kız “ problem ne?” dedi, ben de artık İspanyolca bildiğimden bir nevi rehber gibi oldum. “Fiyatlar” dedim. O zaman bir şeyler yaparız dedi ve balık menüsünü beş cuc yapınca oturduk. Sonra rom ikram ettiler, daldan istediğiniz kadar muz koparın dediler. Karnımız doydu. Eve döndük yorgunluktan bayılmışım. Uyandığımda gece yarısı olmuştu.
Guardalavaca plajı
Sabah Almanlarla yakındaki çarşıya gittik, beş pesoluk (elli kuruş) pizzalar ile kahvaltı yaptık. Oradan da plaja… Plaj gerçekten güzel, yani şu ana kadar Küba’da gördüğüm en iyi plaj. Deniz çok dalgalı değil, hemen derinleşmiyor. Kumluk alanda altına yatılabilecek ağaçlar var, çok güzel gölge yapıyor. Açıkçası akşama kadar plajda kaldık, sadece şnorkel için biraz ileriye gitmek lazımdı, üşendim. Palet olsa giderdim. Bu gezide maske ve şnorkeli yanıma aldım, paleti son anda çantadan çıkardım.
Gece dışarı çıkmadım, disko bar bir şeyler var mı bilmiyorum. (Ertesi gün bir taksici yok dedi, hatta bitişikteki tatil bölgesi Santa Lucía’da da yokmuş) Evi kiralayan kadın, kantin gibi bir yeri gösterdi, bira, rom içmek için dedi. Belki otellerde falan vardır, açıkçası çokta sormadım. (Daha sonra aldığım bilgi, bu bölge Santa Lucia’ya kadar otel olacakmış, o nedenle daha önce var olan tüm bar, disko gibi işletmeler kaldırılmış. Yani burayı da beton ile kaplayacaklar, yani rant her yerde rant, değişmiyor)
Akşam yemeği sonradan gördüğümüz çarşıdaki devlet restoranında yaptık, tek menü var. Tütsülü jambon, pilav, patates kızartma, salata (ince doğranmış salatalık) doyurucu sayılır. Zaten pilavı istemedim. Hediyesi otuz peso (üç lira). Kadın burayı dün niye söylemedi bilmiyorum, sanırım turistler burada yemez diye düşündü. Alman çift bir senedir yollarda imişler, son iki haftaları kalmış. Hindistan’dan başlayıp buralara kadar gelmişler. Akşam üstü plajdan dönerken, yahu isminiz neydi? dedim, gülüştük. İki gündür birlikte yoldayız, ne isim, ne iş konuşmadık. Sonra isimleri söyledik ama beş dakika sonra unuttum gitti, zaten onların da benim adımı anladığından şüpheliyim.
Deniz hakikaten çok güzelmiş.