Santa Clara

Dün, Rosa’nın evinin hemen bitişiğindeki terminale gitmek için erkenden kalktık, çantaları toparladık. Flor anahtarı almak için bizi bekliyordu. Gitmeden bir kahve için dedi. Bu Casa Particular’larda kahvaltı ve akşam yemekleri de veriyorlar, ama fiyatlar genelde bana yüksek geldi. Mesela bu Rosa’nın evinde kahvaltı beş cuc idi. Rosa “kahvaltım çok zengindir akşama kadar başka bir şey yemezsiniz demişti” ama almadık. Flor iyi bir kadın, dün de çamaşırlarımızı yıkadı, astı, ayrı bir ücret almadı.

Terminalin girişinde bir cuc’a peynir-jambon sandviç ve meyve suyu vardı. Onunla kahvaltı işini hallettik.

7:30 Trinidad otobüsü saat 11:15’de tam zamanında Santa Clara’ya vardı. Ücreti 11 cuc.

Santa Clara’da elimizde Flor’un verdiği adres olmasına rağmen, artık akıllandık, rezerve yapmadık, karşımıza ilk çıkan at arabacısı ile şehre üç cuc’a gitmek için anlaştık. Aslında şehir merkezi iki kilometre kadar, yürünebilir bir mesafede, ki bazıları öyle yaptı.

wpid-wp-1447247780355.jpegAt arabacısı önce bizi müze gibi bir eve götürdü, ev sahibi yirmiye fit olur dedi ama adam yirmi beşten aşağı inmedi. Zaten Flor’un önerdiği casa da yirmi beş idi. İkinci evin sahibesi bulunamadı. Üçüncü gittiğimiz Paladar Hostal ise on beş cuc fiyatı ile bizi hemen cezbetti. Elbette o yirmi beş verdiklerimiz kadar lüks değildi ama idare eder. Gürültülü klima, az biraz da olsa akan sıcak su ve çalışmayan televizyon, daha ne olsun. Diş demir kapının ilginç bir kilit sistemi var, fotoğrafta göstereyim.

wpid-wp-1447247793160.jpegSanta Clara ya da öbür adıyla Villa Clara; Che Guevara’nın şehri. Hostele yerleşir yerleşmez, öğlen sıcağında Che Guevara’nın anıt-kabirine gitmek için yola çıktık. Aslında burada hata yaptık, bugün gittiğimiz Tütün Fabrikası cumartesi olduğu için kapalı idi. Keşke ona gitseydik.

Che Guevara mozolesinin altında müze ve devrim şehitlerinin gömülü olduğu bir bölüm var. Giriş için ücret almadılar, sadece hangi ülkeden olduğumuzu kaydettiler. Mozole için buranın seçilme nedeni 1958 Santa Clara alınışında Che’nin kahramanlıkları. Yapımına 1982’de başlanmış, inşaası altı sene sürmüş. Che ve arkadaşlarının mezarı 1997’de Bolivya’da bulununca buraya getirilmiş. Böylece kısa bir wikipedia bilgisi de vermiş oldum.

Sonra şehir merkezine yürüdük, yolda Santa Clara de Asis katedraline şöyle bir baktık. Biraz geçince entel bir yapısı olan bir yer gördük. Sonradan okudum, El Mejunje bir LGBT kültür merkezi imiş ve tahmin ettiğim gibi şehrin bohem ve entelektüellerinin takıldığı bir mekanmış.

wpid-wp-1447247877384.jpegBakkallarda, ayaküstü yemek yerlerinde fiyatlar böyle listeleniyor. Biten ürünün kartı çıkarılıyor. Yukarıda görülen peso fiyatlar. Kahve on kuruş, gazoz yirmi, özel hamburger bir lira..

Sonra bir şeyler yemek için 24 saat açık bir hamburgerciye girdik. Bu şehirde fiyatlar genelde peso yazılıyor demişlerdi. Fiyatlar peso olarak inanılmaz bir şekilde ucuz. Jambonlu hamburger’in karşısında 6 yazıyor, yani cup ise 60 kuruş, cuc ise 18 lira. Garson kıza soruyorum “cup mu cuc mu?” “ikisi de” diyor. Ya nasıl olur diyorum, cuc ise para üstü veriyor musun? lafı yuvarlıyor tam bir şey demiyor. Bir türlü tam anlaşamadık. Neyse siparişleri verdik, üst kata çıktık. Sade hamburger 3, jambonlu 6, iki de bira söyledik.

Şimdi önceki yazılarda bu cuc-cup olayını yazıları sonradan yazdığım için açıklayabildim yoksa bu ana kadar hep cuc üzerinden gittiğimiz için pek dikkat etmemiştim. Hamburgerleri yerken kız iki kağıt parçası getirdi. Ben cuc için olana baktım, hesap 9 cuc. On cuc verdim, hesabı yazdığı küçük kağıtları da geri istedim. Gitti, bir cuc geri getirdi, kağıtları getirmedi. Bir hesap yaptım; bira çoğu yerde olduğu gibi 2 cuc ise kalan 5 cuc doluya koysan olmuyor, boşa koysan olmuyor. Kızı çağırdım, bu hesap yanlış, şu cup olarak yazdığın hesabı getirsene dedim. Epey bir beklemeden sonra geldi. Ama bu arada suratlar biraz sıkıntılı. Cup hesaba baktım. Biralar 20’den 40 (iki bira dört lira), hamburgerlerde 9 toplam 49 cup, yani hepsi 2 cuc bile etmiyor. Kız hemen daha önce verdiğim on cuc’u bana geri verdi. Hesap, kur mur bir şeyler diyerek olayı kıvırtmaya çalıştı. Neyse iki cuc (altı lira) hesabı ödedim ve ayrılırken yüzüme bakmamaya çalışan kıza hiç bir şey olmamış gibi teşekkür ettim.

Yemekten sonra Küba’nın meşhur dondurmacısı Cornalia’ya gittik. Bu zincir her yerde var, fabrika gibi çalışıyor. İki girişte de kuyruk var.

Kuyrukta hizaya girme, özellikle bu konuda biraz gevşek bu Latin kültürüne sahip insanlara şimdiki rejimin öğrettiği en temel şeylerden biri olmuş. Hemen her yerde bunu görmek mümkün. Kuyruklara genelde asker nizamı sıralanmıyorlar, ama gelen hemen “sonuncu” diye soruyor ve böylece herkes sırasını biliyor.

Cornelia’da önce dışarıda sıra yapılıyor, sonra kasa önüne bir grup insan ikinci bir sıra için alınıyor ve son olarak tezgahtan dondurma ve pastaları almak için son sıra yapılıyor. Ben adını Küba’nın en yüksek dağı Turquino’dan (1975m) alan bir turquino aldım ve orada kaldığımız evin kızının bizi deftere kayıt ederken “turco” kelimesini bilemeyip, “Türklere turkino’mu deniyor?” diye sormasının nedenini anladım. Turquino (okunuşu turkino) iki top dondurma ve bir yaş pastadan oluşuyor, fiyatı da 2.50 peso (25 kuruş)

Sonra Vidal parkında oturduk ve milleti seyrettik, herkesin elinde bir cep telefonu, İnternetteler, çoğu birileri ile görüntülü konuşma yapıyor. Anladığım kadarıyla Miami’deki akrabaları ile konuşuyorlar. Küçük bir çocuğun tişörtünde ABD bayrağı var. Yolda gelirken bir at arabasının atının kafasında da aynı bayrak vardı. En azından bir serbestlik göstergesi, olumlu bakmak lazım.

Evet yukarıda at arabası dedim. Küba’da çoğu şehirde at arabası hala yoğun olarak kullanılan bir araç, Havana’da bile.

Parkta gençlere bakıyorum, giyimler, tarzlar.. rapçi şapkaları, Amerikan bayrakları falan, “değişmeyen tek şey, değişimin kendisi” demişti, galiba sakallı bir arkadaş 😉 haklıymış..

Şimdi Kübalılar hakkında bir çok şehir efsanesi var, fakir ama mutlu bir halk gibi. Turistik yerlerde salsa müzik yapan, dans eden insanlar bir ölçü değil. Sokakta, orada, burada, genelde olarak gezdiğim diğer Latin ülkelerine göre Kübalıları daha ciddi buldum.

Dükkanlar, servis veren yerlerde çalışan insanlar ise ayrı bir olay. Bunlar çoğunlukla devlet işletmeleri. İnsanlar genelde duygusuz bir ifade ile çalışıyorlar. Bir su alacaksın, su var mı? diye soracaksın, sadece o an servis verdikleri insan ile ilgileniyorlar. Aradan “su satıyor musun?” diye soruyorsun, seni hiç duymuyorlar, ya da duymamış gibi yapıyorlar. Ancak kafalarında sıra sana geldiğinde sana bir cevap veriyorlar. Bu olay bir iki kere olsa yazmazdım, ama her şehirde her girdiğim hamburgerci, pastacı, dondurmacı, bakkal hepsinde böyle. Yüzlerde bıkkın bir ifade. Garson’a hani espri falan bir şey diyorsun, hiç istifini bozmuyor. Özet olarak neşeli Küba halkını pek ortalıkta göremedik. Mahalle aralarında yürürken her evden sonuna kadar açılmış müzik ve televizyon sesleri geliyor. Kapılar sıcaktan açık, evlerin içerisi görünüyor. Çok mu eğleniyorlar? Gördüğüm sadece sallanan sandalyede sallanıyorlar..

Konuştuğum bir kaç kişide hep aynı duyguyu hissettim, bir şeyler değişecek ama ne?.. Birleşik Devletler ile anlaşmalardan sonra, hafif adrenalin içeren tatlı bir heyecanla bekleşiyorlar.

Sanırım Küba halkının büyük bir çoğunluğu, diğer ülkelerde herkesin Miami’deki akrabaları gibi yaşadığını düşünüyor. Daha hayatın ya da kapitalizmin gerçekleri ile karşılaşmamışlar. Şu an ufak ufak uygulanan kapitalizm, özellikle turizmden gelen cuc’lar başlarını döndürüyor. Kimse onlara benzerleri ülkelerin Jamaica, Honduras, Haiti, Laos, Kamboçya ve hatta Sudan falan olduğundan bahsetmemiş. Benim fikrim bir gün acı gerçeklerle tanışacaklar ama çok geç olacak.

Arkadaş yorgundu, oda da kaldı, beni uyku tutmadı, gece yarısı dışarı çıktım, parkta biraz oturdum. Sonra parkın köşesinde odaya mı dönsem, meşhur La Marquesina barda bir şey mi içsem diye düşünürken, saate baktım, o sırada arkadan bir ses duyuldu “ke ora es?”.  Kızla konuşmaya başladık, sonra yakındaki Piano Bar isimli diskoya gidelim dedi. Evet burada herkes neşeli, dans ediyor. herhangi bir Latin Amerika ülkesi gibi. Bira bir buçuk cuc. Kızın soy adı ise; “Guevera”. Gün ışırken E. Guevera ile akşama yemek için sözleşip ayrıldık.

SANTA CLARA’DA İKİNCİ GÜN

Santa Clara’da ikinci gün başlarken hostale geldim, arkadaşı uyandırdım. El Rapido’da ucuz ama berbat bir kahvaltı yaptık. Tütün fabrikasına yollandık ama cumartesi olduğundan kapalı imiş. Sonra El Tren Blindado’ya gittik. Che ve arkadaşlarının kurşun geçirmez trenleri ele geçirdiği çarpışmanın anısına, o trenler sergileniyor. Vagonların içi zaferin anıları ile dolu, bu sırada parmaklıkların arkasından biri Che’nin Maliye Bakanı olarak imzaladığı pesoları satmaya çalışıyor.

wpid-wp-1447248161460.jpegTrenleri gördükten sonra yola devam ettik, Komite binasına geldik. Burada Che’nin kucağında bir çocuk tuttuğu bir heykel var. Üzerinde ise küçük figürler. Kemerinden çıkan insanlar, cebine tırmanan dağcılar, omuzundaki keçi falan. öğlen olmadan burada görülecek şeyler bitti. Odaya gidip biraz dinleneyim.

wpid-wp-1447248192398.jpegwpid-wp-1447248234070.jpegÖğleden sonra laptopu parka götürdüm ama Firefox ve Chrome’mun güvenlik ayarlarını bir türlü aşamadım. Yazıları yazmıştım ama gönderemiyordum. Odaya döndüm, yazdığım yazıları telefondaki WordPress uygulamasına yükledim. Fotoğrafları da bilgisayarda işleyip telefona yükleyip yazıya iliştirdim. Akşam tekrar parka dönüp telefondan İnternete gönderdim. Facebook’ta da paylaştım. Dakikaları tüketmemek için hızlıca maillere baktım falan. Haberlere hala bakmıyorum.

wpid-wp-1447248259192.jpegAkşam O Sole Mio isimli İtalyan restoranında yemek yedik. Fiyatları uygun ve lezzet standart. Cumartesi olduğu için sokaklar daha canlı. Santa Clara ufak bir şehir, her tarafına kolayca yürünüyor. Gece yarısına doğru, artık dün geceki uykusuzluktan dolayı odaya döndüm.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Bir Cevap Yazın